“Ey gönül, sakın umutsuzluğa düşme! Allah’tan umudunu kesme ki, bazen can bahçesinde, söğüt ağacının dalı bile hurma verir. “
Mevlâna Celâleddin-i Rûmî
Duanın gücü ve tefekkürün önemini anlatan bir film ile karşınızdayız bu hafta. İran sinemasının uluslararası ödüllü yönetmeni Mecid Mecidi’nin senaryosunu yazdığı –orijinal adıyla Beed-e Majnoon olan– film, dram türünün başarılı örneklerinden biri. Günlük yaşamdan esinlenerek oluşturduğu filmleriyle tanıdığımız yönetmen, bu hikayesinde, Mevlâna tasavvufi anlayışı çizgisinde hamd ile şükür öğretisine büyük bir yer vermiş. Baş karakter Yusuf, sekiz yaşındayken bir kaza sonucunda kör kalmış, evli ve bir kız çocuk babası, aynı zamanda üniversitede profesör olan bir adam. Yusuf’un hikayesi, Paris’e kornea nakli için gitmesiyle başlar. Şimdiye kadar ailesiyle birlikte mutlu yuvasında huzur dolu günler geçirmiş olan adamın, gözlerinin tekrar görmesiyle beraber yaşadığı sancılı süreç ve karakterin iç dünyasındaki büyük değişimin getirdiği sorunlar konu ediliyor filmde.
Yusuf’un hastanede tanıştığı Murtaza karakteri, aslında kendisinin tam zıttı bir hayat hikayesine sahip. Yaşadığı müddetçe bütün güzellikleri görmüş Murtaza yavaş yavaş körlüğe doğru giden bir hastadır. Dostlukları ceviz ağacının meyvesiyle gelişen bu iki insanın kara yazgısı olan körlük, aralarında ortak bir geçmişi ve geleceği oluşturan köprü konumundadır. Yusuf ve Murtaza hiçbir zaman isyan içinde olan kullardan olmamıştır. Mesnevi-i Şerif okuyarak günlerini geçiren Yusuf, Allah’a dua ederek umudunu koruyan, sürekli görme isteğiyle yanıp tutuşan bir adamdır.
Mesnevi’den bahsederken Mevlâna’nın hangi anlayışla bu eseri yazdığını söylemek gerekir. Mevlâna’nın tasavvuf anlayışı sevgi ve aşk üzerine kurulmuştur. Gerçek aşk fani değil ölümsüz olana duyulandır. Onun insan sevgisinin temelinde yaratıcıya duyduğu özlem yatmaktadır. Kâinatın yaratılmasına sebep olan sevginin her zaman insanın ruhunda olduğunu ve erdemli davranışlar neticesinde gelişebileceğini düşünmüştür. Bu sebeple de eserinde, insanlara birçok öğüt vermektedir.
Yusuf, çocukluğundan beri söğüt ağacının kendisine uğur getirdiğine inanmaktadır. Söğüt ağacının insanlık tarihi boyunca büyük bir önemi olmuş aslına bakılırsa. Anadolu toprağında olduğu gibi İran ve Kafkas bölgesinde de kutsal sayılırmış. Antik çağda Anadolu’da, söğüt dalları kehanet amacıyla kullanılmış. Söğüt’ün, geleceğin bir habercisi olduğu ve gerçeklere ışık tuttuğu düşünülürmüş. Aynı anlayışa hakim olan Mevlâna, “Mesnevi” adlı eserinde “Parlak güneş benimle tutulsun, söğüdün sırrı açıklansın” diyerek, hakikati kendi içinde sakladığına işaret etmiştir. Birçok hastalığın tedavisinde kullanılmak amaçlı, şifa kaynağı olan söğüt ağacının meyvesi yoktur. Mevlâna da buna atıf yaparak Mesnevi’nin bir yerinde “Beyaz ekmek için yüzsuyu döktüğünden, söğüt ağacı gibi meyvesizsin.” demektedir. Karakterimiz de başta Allah’a yakarırken, gözleri açıldıktan sonra ona şefkatle ve aşkla bakan eşi ve ailesi olduğu halde şükretmek yerine nankörlüğü seçtiği için hakikatin sırrına nail olamamıştır.
İslam ahlakına göre, Cenâb-ı Hakk’ın insanlara bahşetmiş olduğu gözün her türlü haramdan sakınılması gerekir. Günah işlememiş olsa bile Rabbi’nin yasakladığı eylemlerde bulunanlara göz yummak kendisini ziyana sokar. Yusuf’un görmeye başlamasıyla ilerleyen bir vakitte, başkasına ait bir eşyayı çalan adamı gördüğü halde susması, iyi bir kul olduğuna inandığımız Yusuf ile ilgili daha önce görmediğimiz karanlık bir yüzünün olduğunu anlamamızı sağladı.
Ülkesine döndüğü zaman havaalanında büyük bir kalabalığın kendisini beklediğini gören Yusuf, ömrünün bir kısmını birlikte geçirdiği hayat arkadaşını ilk bakışta tanıyamaz ve karşısında gördüğü güzel bir varlığın eşi olmasını şiddetle arzular. Yıllardır yanında olan ailesini bir anda unutup aklını meşgul eden kadının peşinden gitmeyi seçer. Rabbinin ona verdiği nimetler karşısında nankör davranıp isyan eden Yusuf’un, aile saadetinden olduğunu görürüz. Nefsinin arzusuna uyan adam, en sonunda yapayalnız kalmış ve görme yetisini de kaybetmiştir. Arkadaşı Murtaza’nın kendisine gönderdiği bir fotoğrafta, Yusuf’un söğüt ağacının yanında durmuş halde olması her şeye rağmen asla ümitsizliğe düşmemesi gerektiğine dair bir emaredir. Ateşin etrafında dönüp duran pervâne böceği gibi Yusuf da Rabbi’ne yakınlaşır. Onu yakan şey ise günahından başka bir şey değildir.
“Hakikati arayan bir insanın gören gözlere ihtiyacı yoktur. Bir şeyin özü ancak kalp ile görülebilir.”