Kadınlar yıllar boyunca her alanda olduğu gibi sinemada da yıllarca ayrımcılığa maruz kalmıştır. Alice Guy bilinen ilk kadın yönetmendir. O yıllarda daha çok belgesel ve haber türünde filmler çekilirken, Guy anlatı sinemasını ilk uygulayanlardan olmuştur. İleri yıllarda kadınlar hikayelerini anlatmaya devam etmiştir. Bu listemizde farklı hikayelere, dertlere değinen 15 kadın yönetmeni derledik. İyi seyirler!
Cléo de 5 à 7 (1962) – Agnés Varda
Agnés Varda; hem Fransız Yeni Dalgası hem de 2. Dalga Feminizm‘in ikon isimlerinden biri haline gelmiştir. Ana akım sinema ve onun beraberinde getirdiği eril bakış açısıyla yazılan kadın karakterleri, toplumun sunduğu rolleri ters yüz ederek onları alaya alır. Varda’nın herhangi bir filmini açtığınızda yönetmenin o olduğunu hemen anlarsınız. . “Filmlerime mutlaka dahil olurum, kendini beğenmişlikten değil yaklaşımımdaki dürüstlükten.” diyerek sinemaya kendi dünya görüşünü yansıttığının altını çizer. Cléo de 5 à 7 yönetmenin ikinci uzun metrajlı filmidir. Hem Varda sinemasının hem de dünya sinemasının önemli filmlerinden biridir.
1962 yılında çekilen film; Cléo Victoire adlı şarkıcının iki saatini anlatır. Kanser şüphesiyle yapılan biyopsisinin sonucunu beklerken Varda kamerasıyla onu takip eder. Filmin başında gittiği falcı gelecekte onu kötü şeylerin beklediğini söyler. Birkaç kere bakmasına rağmen hastalık ve sonu ölüme varan şeyler görmektedir. Victorie; kafede arkadaşına durumu anlatır. Mide kanseri şüphesiyle biyopsi yaptırmıştır. İki saat sonra ise bunun sonucunu alacaktır. Bu süreçte hayatını ve çevresinde bulunan insanların ilgisizliğini sorgular. Böylece film boyunca varoluşçu bir yaklaşım izleriz. Film; aynı yıl Altın Palmiye Ödülü’ne aday gösterilmiştir.
Dilerseniz yönetmen hakkındaki bu içeriklerimizi de okuyabilirsiniz.
https://www.soylentidergi.com/catisiz-kuralsiz-agnes-varda/
https://www.soylentidergi.com/agnes-varda-sinemada-feminizmin-oncusu/
Selma (2014)- Ava DuVernay
Ava DuVernay; pek çok film, dizi ve belgeselin yapımcılığını üstlenmiş ve yönetmiştir. Çektiği filmlerde ana konu Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan ırkçlıklıklar ve adalet sisteminin eleştirisidir. 2012 yılında çektiği ikinci uzun metrajlı filmi Middle Of Nowhere ile kocası hapse giren bir kadının yaşadıklarına ve hayatı sürdürmesine odaklanır. Bu filmi ona Sundance Film Festivali’nde ABD dramatik Yarışması’nda yönetmenlik ödülünü kazandırır. Bu ödülü kazanan kazanan ilk siyah kadın olarak tarihe geçer. 2016 yılında 13th adlı belgeseli büyük ses getirir. Belgeselde Amerika Birleşik Devletleri’nin hapishane sistemine derinlemesine bir bakış sunar. Irksal eşitsizliğin adalet sistemine nasıl sistematik olarak işlendiğini gözler önüne sürer. 2019 yılında çektiği ve gerçek olaylara dayanan When They See Us, 1989 yılında bir kadının tecavüze uğraması ve ardından olayla alakası olmayan 5 çocuğun tutuklanmasını anlatır. Dizi 26 dalda ödül kazanarak Netflix’in önemli yapımları arasında yerini almıştır. 2014 yılında çektiği Selma filmi ile seyircisine geçmişi hatırlatmış ve siyah hareketine saygı duruşunda bulunmuştur.
Film; 1965 yılında yaşanan gerçek olaylara dayanır. Martin Luther King, Alabama eyaletinin Selma kentinden başkente bir yürüyüş tasarlamaktadır. 87 kilometrilik bu yolda oy hakkı için üç farklı protesto yürüyüşü olmuş ve bunlara King öncülük etmiştir. O dönemde kamuoyunda oldukça ses getirmiş ve dönemin başkanı Johnson yasayı çıkarmıştır. Yürüyüşün planlanması ve protestolara odaklanan film; David Oyelowo, Tim Roth, Tom Wilkinson, Oprah Winfrey, Martin Sheen, Carmen Ejogo ve Cuba Gooding Jr. gibi isimleri bir araya getirmiştir. Film o yıl En İyi Müzik Oscar’ının sahibi olmuştur.
Portrait de la jeune fille en feu (2019) – Céline Sciamma
Fransalı yönetmen Céline Sciamma; senarist, yönetmen ve yapımcıdır. Çektiği filmlerde cinsel kimlik ve kadın hikayelerini anlatır. Fransız sinema okulu La Fémis’te eğitim alan Sciamma, burada bitirme ödevi olarak ilk senaryosunu yazar: “Ahtapotların Doğuşu.” 2007 yılında ilk uzun metrajlı filmi Water Lilies adlı filmi çekmiştir. Sciamma denince akla gelen ilk oyuncu olan Adèle Haenel ile yönetmen-oyuncu birlikteliği burada başlar. Film; 15 yaşlarında olan üç ergen kızı konu alır. Cinsellik, bekaret gibi kavramların sorgulandığı film, Cannes Film Festivali‘nde gösterilmiştir. Aynı yıl Cabourg Film Festivali‘nde En İyi İlk Film Ödülü‘nü kazanarak adından söz ettirmiştir. 2011 yılında çektiği Tomboy ise Laure adlı bir çocuğun yaşadıklarına odaklanır. Ailesi ile yeni bir yere taşınan ve adını Mickaël olarak tanıtan çocuk kendini keşfetme sürecine girer. Önemli pek çok festivalde gösterilen film ayrıca Fransız okullarında eğitim amaçlı gösterime sokulmuştur.
Portrait de la jeune fille en feu; modern sinemanın kült haline gelmiş filmlerinden biridir. 18. Yüzyılda geçen film; Marianne ve Héloïse adlı karakterler üzerinde aşkı, kadınlara bakışı, cinselliği işler. Héloïse annesi tarafından evlendirilmek istenmektedir. Önceden yapılan bir portreyi yok ettiği için bunun gizlice yapılması gerekmektedir. Kızın annesi ressam olan Marianne’yi onun portresini çizmesi için görevlendirir. Ancak Héloïse onun ressam olduğunu bilmeyecek, sadece yürüyüşlerine eşlik eden birisi olduğunu düşünecektir. Bu yürüyüşler zamanla bir aşka dönüşür. Filmde eril düşünceler, toplumun kadın tanımı gibi düşünceler yönetmenin eleştirdiği şeyler olmuştur. Sciamma bu filmiyle; Cannes, BAFTA, EDA gibi pek çok festival ve akademi yarışmalarından toplam 57 ödülle dönmüştür.
İsterseniz film hakkındaki detaylı incelemeyi okuyabilirsiniz.
https://www.soylentidergi.com/portrait-of-a-lady-on-fire-feminist-bir-orpheus-hikayesi/
Nomadland (2020)- Chloé Zhao
Çinli olan Zhao; yönetmen, senarist ve yapımcılık yapmaya devam etmektedir. Çektiği bağımsız filmlerle dikkatleri üzerine çekmiştir. Genellikle begesel ve kurmaca arasında bir hikaye yaratır. Oyuncuların çoğu amatör ve o bölgede yaşayan insanlardan oluşur. Çektiği filmlerin konusu ise genelde; toplumun kıyısında kalmış hayatlardır. İlk uzun metrajlı filmi Songs My Brothers Taught Me ile; Amerikan yerlilerine ayrılmış özel bir bölgede yaşayan John’nin hikayesini sunar. Yaşadığı topluma göre illegal bir iş olan alkol satımıyla para kazanan John’un tek bir amacı vardır:Kız arkadaşıyla birlikte Los Angelas’a gitmek. Babasının ölümü ve 13 yaşında olan kız kardeşi onu durdurur. Johny hayata atılmak için gitmesi gerektiğinin farkındadır. Ancak planının olmaması ve bunun getirdiği belirsizlik onu ikilemde bırakır. Zhao çektiği filmle 5 ödül kazanmış ve adını duyurmaya başlamıştır. Çektiği ikinci uzun metrajlı film ise; The Rider’dır. The Rider; önceki filmde yönetmene at binmesini öğreten Brady bir rodeo kazası geçirir ve artık ata binemez hale gelir. Kaza sonrası yaşadığı kimlik bunalımı ve ailesiyle ilişkisi beyazperdeye aktarılır.
Nomadland ise yönetmenin çektiği üçüncü uzun metraj filmidir. Fern adlı karakterin ocasını kaybettikten sonra evinden ayrılarak, karavanı ile yaptığı yolculuğu anlatır. Filmin başrolünde bulunan Frances McDormand dışındaki karakterler kendilerini canlandırmıştır. Fern karakteri üzerinden onun çevresinden gelişen olayları ve insanların tercihlerini izliyoruz. 2008 krizi ile beraber bazı insanlar onlara sabit gelir sağlayan işlerinden atılmış ve karavan parkında yaşamak zorunda kalmıştır. Filmde bir yandan krizin etkileri yüzünden tükenmiş, bir yanda da tüm bağlarını kopardıkları için ferah lamış bir hava hakim. Fern sürekli yolda olarak bize farklı insanlar ve hikayeler gösteriyor. Film; Oscar’a 6 dalda aday olmuş ve En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Yönetmen ödüllerine sahip olmuştur.
İsterseniz film hakkındaki detaylı incelemeyi okuyabilirsiniz.
https://www.soylentidergi.com/oscarda-gorusuruz-nomadland/
Mustang (2015)- Deniz Gamze Ergüven
Deniz Gamze Ergüven; daha çok çektiği kısa filmlerle ve dizilerle adını duyurmuştur. Ankara’da doğan Ergüven, bebekken ailesiyle birlikte Fransa’ya yerleşmiştir. Paris Üniversitesi’nde Edebiyat ve Afrika Tarihi okumuştur. 2002 yılında ise La Fémis adlı sinema okulunda yönetmenlik eğitimi almıştır. 2006 yılında bitirme projesi olarak çektiği Une Goutte D’eau isimli kısa filmiyle Cannes Film Festivali’nde yarışmıştır. 2019 yılında The Handmaid’s Tale dizisinin 2 bölümünü yöneterek adından söz ettirmiştir.
Mustang filminde; Karadeniz’de bulunan bir kasabadaki 5 kız kardeşin hikayesini anlatmaktadır. Kardeşler, yaz tatilinin gelmesiyle beraber diğer çocuklarla oynamaya başlarlar. Ancak kasaba haklı onların erkeklerle oynamasından rahatsız olur ve akrabalarına şikayet ederler. Babaannesi ve amcaları onların evden çıkmasını yasaklarlar ve evlendirmeye karar verirler. 5 kız kardeş bu olaydan farklı seçeneklere sarılarak kurtulur. Ergüven filmi; çocukluk deneyimlerine dayanarak yazmıştır. Filmde beş farklı karakter üzerinden ataerkil düzenin kadınlara bakış açısı yansıtılır. 2016 yılında Fransa’nın Oscar adayı olarak gösterdiği film, toplamda 46 ödül kazanmıştır.
Lady Bird (2017)- Greta Gerwig
Greta Gerwig; oyuncu, yönetmen ve senaristtir. Frances Ha, Mistress America, Lady Bird ve en son 2019 yılında Little Woman ile gündeme gelmiştir. . Gerwig çoğu filmde taşrada yaşayan ya da şehre yeni gelmiş bir kadın karakteri başarılı bir şekilde canlandırmıştır. Frances Ha filminin hem senaryosunu yazmış hem de başrolü canlandırmıştır. Filmde canlandırdığı Frances, 27 yaşında bir dansçıdır. Tek hayali çalıştığı dans topluluğunda daimi olarak çalışmaktır. Frances’i tek anlayan kişi olan Sophie ise başka bir şehre taşınmak üzeredir. Bu film ile birlikte Greta hem senaryo hem de yönetmenlik için önemli adımlar atmaya başlar.
Lady Bird; Gerwig’nın ilk yönetmenlik deneyimidir. Christine lise son sınıfa giden bir genç kızdır. 2002 yılında Sacramento’da bir Katolik okuluna giden Christine hayatında yeni bir sayfa açmak üzeredir. Gitmek istediği okullar, yeni şehirler, hayalleri vardır. Film hem kurulan hayallerle, hem annesiyle yaşadığı ufak tartışmalarla hem de romantik ilişkilerle gençliğe göz kırpıyor. Lise hayatını geride bırakmış herkesin kendinden bir şeyler bulacağı bir film bu. Annesine “Sacramentolu’ya benziyor muyum?” diye sorup kendini oraya ait hissetmemesi, ancak gideceği yerde onu tam olarak neyin beklediğinide bilememesi onu geriyor. Ayrıca kimliğini bulmaya çalışan bir liseli olan Cristine “Lady Bird” adını kendisine vererek ona dayatılan ve oluşturulan kimliği bir kenara fırlatıyor. 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası New York’ta okumak istemesi ve maddi durumlarının elverişsiz olması onu hayallerinden alıkoymuyor. Gerwig bize genç bir kadının olgunlaşmasını fazla drama kaçmadan ve gerçekçi bir şekilde sunuyor. 75. Altın Küre’de Christine karakteri ile Saoirse, Ronan En İyi Kadın Oyuncu Ödülü‘nü kazanmıştır. Ayrıca Gerwig, En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazanmıştır.
İsterseniz film hakkındaki detaylı incelemeyi okuyabilirsiniz.
https://www.soylentidergi.com/lady-bird-kimlik-karmasasi/
The Piano (1993)- Jane Campion
Jane Campion Yeni Zelandalı bir yönetmen ve senaristtir. Aldığı antropoloji eğitiminden sonra Avusturalya’ya taşınmış ve sinema eğitimi almıştır. Çektiği kısa filmlerle adını duyurmaya başlar. 1989 yılında ilk uzun metrajlı filmi olan Sweetie’yi çeker. Avustralya banliyösünde yaşayan bir ailenin başından geçen olayları ailenin kadınları üzerinden anlatır. Campion; filmde güçlü kadın karakterler ve kadın bakış açısını ziyadesiyle hissettirir. Film Independent Spirit Ödülleri’nde En İyi Yabancı Film Ödülü‘nü kazanır. İlerleyen zamanlarda uyarlama ve farklı denemelerle seyircinin karşısına çıkar. BBC’nin 2019 yılında yaptığı “Kadın Yönetmenler Tarafından Çekilmiş En İyi 100 Film” listesine The Piano filmi ile birinci sıradan giriş yapar.
The Piano; 19. Yüzyılda Yeni Zelanda’da geçmektedir. Ada; konuşma engeli bulunan bir piyano eğitmenidir. Babası onu Yeni Zelandalı zengin bir adamla antlaşmalı olarak evlendirir. Ada yanına küçük kızını ve piyanosunu da alarak yola çıkar. Hiç bilmediği bir yere ve tanımadığı bir adamın yanına taşınan Ada burada kendisine farklı bir dünya yaratır. Özellikle piyanonun adaya çıkarıldığı sahne kült olmuştur. Filmin başrollerinde; Holly Hunter, Sam Neill, Harvey Keitel ve Anna Paquin yer almıştır. The Piano; Cannes’ta Altın Palmiye Ödülü’nü almış ve bu ödülü kazanan ilk kadın yönetmen olmuştur.
The Matrix (1999)- Lana& Lilly Wachowski
Polonya asıllı olan Wachowski kardeşler, yapımcı, yönetmen ve senaristlik yapmaktadırlar. Çektikleri/yazdıkları filmlerde; toplumsal eleştiri, felsefi konular ve queer yaşamları işlemişlerdir. 2005 yılında yayımlanan ve kült bir film haline gelen V for Vendetta’nın senaristliğini üstlenmişlerdir. 2015 yılında Netflix orjinal yapımı Sense8 ile adlarından söz ettirmişlerdir.
The Matrix yayınlandığı dönem oldukça ses getirmiş ve Matrix üçlemesi bir kült haline gelmiştir. Dördüncü filminin yakında çıkacak olması hayranlarını oldukça heyecanlandırmıştır. Filmin baş karakteri Neo; bir gece tanıştığı Trinity sayesinde kendini başka bir dünyada bulur. Böylece yaşanan gerçek dünyanın ötesinde bambaşka bir gerçekliğe gözünü açar. Bu dünyalardan birisi rüya birisi ise Matrix’tir. Gerçeği bilen tek kişi ise Morpheus adındaki biridir. Neo, geldiği bu dünyada onu aramaya başlar. Filmin başrollerinde; Keanu Reeves, Laurence Fishburne, Carrie-Anne Moss ve Hugo Weaving yer almıştır. Lilly Wachowski verdiği son röportajlarda Matrix serisinin trans söylemi açısından ele alınmasından gurur duyduğunu belirtmiştir. Filmin tüm olayının dönüşüm arzusu olduğunu söyleyerek, Switch karakterinin ilk başta gerçek dünyada erkek ancak Matrix evreninde kadın olmasını planladıklarını söylemiştir.
We Need to Talk About Kevin (2011)- Lynne Ramsay
İskoçya’nın Glaskow kentinde doğan Ramsay, tüm sanat dalların etkilenmiş birisidir. Önce resim daha sonra fotoğraf ve en sonunda The National Film and Television School’da sinematografi ve yönetmenlik eğitimi almıştır. Aldığı eğitimler birbirini tamamlayarak filmlerinde sinematografiyi ön plana çıkarmıştır. 1999 yılında çektiği ilk uzun metrajlı filmi Ratcatcher ile yer yer otobiyografik bir film ortaya çıkarmıştır. 1973 yılında Glasgow’da geçen film bir çocuğun gözünden, şehri ve o yıllarda kentin ve kent sakinlerinin hayata tutunma çabasını gözler önüne serer. Yönetmen uluslarası tanınırlığını 2017 yılında çektiği You Were Never Really Here filmiyle pekiştirmiştir. Kitap uyarlaması olan film; geçmişinde birçok travmatik olay atlatan eski asker Joe’nun, kayıp bir kızı bulma görevi sırasında yaşadıklarını konu edinmektedir. Film pek çok yerden ödülle dönmüştür. Onu uluslararası üne kavuşturan ilk filmi ise We Need to Talk About Kevin filmiyle olmuştur
We Need To Talk About Kevin; bize gerilimli bir anne-oğul ilişkisini izletiyor. Ana, çocuk yapma planı olmayan biridir. Hamile olduğunu öğrendiğinde stresli hissetmeye ve çevresine karşı yabancılaşma yaşamaya başlar. Hayatta başka hayalleri ve planları olan biridir. Kevin doğduktan sonra da bu yabancılaşma sürer. Toplumun annelerden beklediği davranışı göstermez. Bebeğine karşı mesafelidir. Kevin büyüdükçe annesi ile arasındaki uçurum gittikçe artmaya başlar. Babasına karşı gayet uysal olan Kevin, annesine ise hırçın davranmakta hatta daha da ileri giderek ona zarar vermektedir. Kardeşinin doğumuyla hırçınlığı daha da artar. Liseye geldiğinde Kevin’ın annesine öfkesi daha da artar ve öfkesini annesine farklı bir şekilde gösterir. Kevin ve annesinin ilişkisi alışkanlık üzerine kuruludur. Kevin bir sahnede Ana’ya “Bir şeye sırf alıştın diye onu seviyor olman gerekmez. Mesela sen bana alışıksın.” diyerek tepkisini gösterir. Filmde bu iki gerilimli karakteri Ezra Miller ve Tilda Swinton canlandırmıştır.
American Psycho (2000) – Mary Harron
Kanadalı yönetmen Mary Harron bağımsız yapımlarıyla tanınmaktadır. 13 yaşındayken İngiltere’ye taşınmış ve burada eğitim görmüştür. İlk uzun metrajlı filmi I Shot Andy Warhol olmuştur. Film gerçek bir olay olan Valerie Solanes’in Andy Warhol’u vurmasına ve Solanes’in hayatına odaklanan bir filmdir.
American Psycho; Bret Easton Ellis adlı yazarın aynı isimli kitabından uyarlanmış ve kült filmler arasında yerini almıştır. 27 yaşındaki Patrick Batemen, Harward mezunu, Wall Strett’te yönetici olarak çalışan ve üst tabakadan sevgiliye sahip birisidir. Çevresindeki herkes gibi bakımlıdır. Pahalı restorantlara gider, marka giyinir. Ufak bir kartvizit bile çevresi için önemlidir ve bir statü göstergesidir. Dünyanın kurallarına ve düzenine gayet uyumlu gözükse bile herkesten sakladığı karanlık bir yönü vardır: Katil olması… Filmin adının Amerikan Sapığı olmasının nedenlerinden biri yapılan sistem eleştirisidir. Amerikanın yarattığı ideal insanlardan biri olan Patrick, kendisine benzemeyen ve sisteme uygun olmadığını düşündüğü kişileri öldürmektedir.
Capharnaum (2018)- Nadine Labaki
Nadine Labaki; Lübnanlı oyuncu, senarist ve yönetmendir. Paris‘te aldığı eğitim sonrası Ortadoğulu sanatçıların müzik kliplerini çekmiştir. Filmlerinde genellikle Lübnan üzerinden ortadoğuya ve ortadoğu kadınlarına gerçekçi bir perspektiften bakar. 2007 yılında çektiği Caramel filminde bizi, Lübnan’da bir kuaföre götürür. Müşteri ve çalışan 5 kadın üzerinden Ortadoğu’da evlilik, kimlik ve dostluk gibi kavramlar işlenir. Bulundukları kuaför onların dünyalarıdır. Sırlarını burada dökerler, sınıkıntılarını burada paylaşırlar ve en önemlisi dayanışmayı burada benimserler. Kendisinin de başrollerinden olduğu film, çeşitli festivallerden 6 ödülle dönmüştür. 2011 yılında çektiği Et maintenant on va où? (Peki Şimdi Nereye?) filminde ise Ortadoğu’yu Lübnan’da bir köy üzerinden anlatır. Hristiyan ve Müslümanların birlikte barış içinde yaşadığı köy, yaklaşan savaşla bozulmak üzeredir. Bunu fark eden kadınlar bir plan hazırlar. Savaş ve din konularını kara komedi ile harmanlayarak sunan Labaki, bu filmiyle 9 ödül kazanmıştır.
Capharnaüm ise; Ortadoğu’da yaşanan “kaos”u bir çocuk üzerinde anlatır. Zain; yolsulluk ve çaresizliğin kol gezdiği Lübnan’da büyümektedir. Film Zain’in ailesini onu dünyaya getirdikleri için mahkemeye vermesiyle başlar. Böylece onun hikayesini ve oraya nasıl geldiğini en baştan izlemeye başlarız. Ortadoğu’da çocuk olmak, kadın olmak ve mülteci olmak gibi pek çok konuya değinerek önemli bir film haline gelmiştir. Film; toplam 35 ödül kazanmış ve aynı yıl Lübnan’ın Oscar adayı olmuştur.
İsterseniz film hakkında yazılan detaylı analizleri okuyabilirsiniz.
https://www.soylentidergi.com/cocuk-gozunden-orta-dogu-kefernahum/
https://www.soylentidergi.com/kefernahum-hayat-verilmeyen-masum-cocuklar/
İşe Yarar Bir Şey – Pelin Esmer
Pelin Esmer; yönetmen, senarist ve yapımcıdır. Çektiği belgesellerle de pek çok ödül alan Esmer’in ilk belgeseli Koleksiyoncu’dur. 2002 yılında çektiği belgeselde amcası Mithat Esmer’i konu almıştır. 70 yıl boyunca her şeyin koleksiyonunu yapan yaşklı bir adamı konu ediyor. Evde oluşan kalabalıktan dolayı kendi evinde misafir konumuna düşen amcası ile birlikte yeni koleksiyonların peşine düşmüştür. Bu belgesel ile birlikte Roma Film Festivali’nde En İyi Belgesel Film Ödülü’nü kazanmıştır. 2005 yılında çektiği Oyun belgeseli; Toros Dağları’nda bir köyde yaşayan kadınları konu alır. Kadınların amacı; kendi hayatlarından yola çıkarak bir oyun yazmak ve o oyunu sergilemektir. Esmer; yazma süreci ve kadınların değişimini yansıtmıştır. Belgesel pek çok farklı ülke ve festivalde ödül kazanmıştır. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi ise 11’e 10 kala olmuştur. Koleksiyoncu belgesilinin kahramanı Mithat Esmer’i konu alır. Farklı dünyaların insanı olan Mithat Bey ve yaşadığı evin kapıcı olan Ali bir amaç için birleşirler: Oturdukları apartmanın yıkılmasını engellemek. 2012 yılında çektiği Gözetleme Kulesi ve 2019 yılında çektiği Kraliçe Lear belgeseli ses getiren diğer yapımlarındadır. İşe Yarar Bir Şey ise Esmer sinemasının yapı taşlarından biri olmuştur.
İşe Yarar Bir Şey’in senaryosunu Pelin Esmer ve yazar Barış Bıçakçı beraber yazmıştır.Bir tren yolculuğunda tanışan avukat Leyla ile hemşire Canan‘ın, kendi ölümünü gözleyen Yavuz ile kesişen hikâyelerini konu ediniyor. Leyla gibi biri neden lise arkadaşlarıyla buluşma yemeğine gider ki? Yirmi beş yıldır hiçbir lise yemeğine gitmemiş… Üstelik 16 saat süren bir tren yolculuğuyla! Hemşirelik son sınıf öğrencisi Canan, o niye trende? Gönlünde oyuncu olmak varken hemşire adayı olarak hiç istemediği bir iş görüşmesine gidiyor. Peki Yavuz? Hareketsiz yatıyor bir pencerenin önünde, seyyar satıcıları, faytonları, sokaktaki insanları izliyor bütün gün. Canan’ı bekliyor, belki de Leyla’yı, belki de bir gece treninde yolları kesişen katil ile şairi.
The Virgin Suicides (1999)- Sofia Coppola
Sofia Coppola; Amerikalı yönetmen, oyuncu ve yapımcı ayrıca Oscar ödüllü Francis Ford Coppola‘nın kızıdır. Coppola’nın sineması kadın hikayelerinin yanında iletişimsizlik ve bunun beraberinde getirdiği kaçınılmaz sonları anlatmaktadır. 2003 yılında çektiği Lost In Translation ile de oldukça ses getirmiştir. Amerikalı aktör Bob‘un ve fotoğrafçı eşinin peşinden gelen Charlotte‘un birbirlerinin dilini ve kültürünü anlamasalar da bir haftasonu yakınlaşmalarını konu edinir.
The Virgin Suicides; Coppola’nın ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen oldukça ses getirmiştir. Lisbon ailesi tutucu iki ebeveyn ve 5 çocuktan oluşmaktadır. Film; ailenin bir ferdi olan Cecilla‘nın intiharıyla önem kazanır. Tüm mahalle Lisbon ailesini gözlemeye başlar. Böylece mahalledeki çocuklar ve Lisbon kızları arasında dostluk ve cinselliğin keşfine varan bir arkadaşlık başlar.
Sedmikrásky (1966)- Vera Chytilová
Avangart filmleriyle tanınan Chytilová, Çek sinemasının öncülerindendir. Uzun kariyeri boyunca pek çok filmde senarist ve yönetmenlik yapmıştır. Sovyet Rusya‘nın işgali sonrası Sedmikrásky filmi ülkede yasaklanmış ve ülkesini terketmek durumunda kalmıştır. Film kurmaca belgesesel türünde ve nihilizme bağlı bir anlatıya sahiptir. O yıllarda “anlaşılmaz bir film” olarak nitelendirilse de film diğer ülkelerin festivallerinden ödüller almıştır.
Film; 17 yaşında olan ve Marie adına sahip iki genç kadını konu almaktadır. Dünyanın gittikçe kötüleştiğini fark eden ikili buna tepki olarak kötülük yapmaya karar verirler. Toplumun tüketme ve yozlaşmalarını görerek önlerine gelen her şeyi yakıp yıkmaya başlarlar. Film genel olarak feminist bir sorgulama ve topluma gösterilen kışkırtıcı bir tepki olarak okunabilir.
Tereddüt (2016)- Yeşim Ustaoğlu
Yeşim Ustaoğlu; film yönetmeni, senarist ve yapımcıdır. Trabzon’da büyüyen Ustaoğlu mimarlık eğitimi sonrası, kısa filmler çekmeye başlamıştır. Filmlerinde genellikle toplumu, göç etmiş insanları ve aileleri işler. İlk uzun metrajlı filmi İz’de bir komiserin intihar etmiş bir klarnetçinin izini sürmesini anlatmıştır. İkinci filmi Güneşe Yolculuk filminde ise Batıdan gelen Mehmet ve seyyar arabasında kaset satarak geçinen Berzan arasındaki arkadaşlığı işler. İlk iki filmiyle pek çok ödül alan Ustaoğlu sinema dilini oluşturmaya başlamıştır. 2008 yılında çektiği Pandora’nın Kutusu filminde İstanbul’un farklı semtlerine dağılmış, 3 farklı kardeş nezdinde bir aileyi işler.
Tereddüt; İstanbullu olan genç psikiyatrist Şehnaz‘ın tayinle bir taşra kasabasına tayin olmasıyla başlar. Şehre yakın olan kasabada hafta içi bulunurken, hafta sonu ise İstanbul’a eşi Cem‘in yanına gelir. Şehnaz dışarıdan kusursuz görülen evliliğinde yanlış giden bir şeylerin olduğunun farkındadır. Bir gün hastaneye getirilen küçük yaşta bir kadın hasta olan Elmas ile ilişkisi Şehnaz’a bambaşka bir kapı açar. Elmas akli dengesini yitirmek üzereyken Şehnaz’ın yardımıyla ruhunu açmaya başlar.
Kaynakça
https://velvele.net/2021/09/19/matrixin-kara-kedisi-kuir-yaraticilik/