Murat Menteş’in son romanı Antika Titanik piyasaya yüz bin adetlik bir baskıyla çıktı. Beklenti büyüktü ve karşılanacağına inanılıyordu. Kitabın kapağında yer alan ifadeler edebi-polisiye türünü seven okuyucuların da dikkatini çeker nitelikteydi: “Emsalsiz bir dil, müthiş bir macera.” Kitabın arka kapağında Alper Canıgüz’ün bu yorumunu okuyunca ister istemez içinde bir dil işçiliği beklentisine kapılıp kitabı aldım ancak okurken bu beklentiyi karşılamaktan ziyade gözüme bariz bir şekilde çarpan bazı şeyler oldu ve roman akıcılık testimi geçemedi.
Murat Menteş’in dil üzerindeki denemelerini şiirlerinden biliyoruz. Genellikle argolu cümlelerin arasına serpiştirilen Batılı ve Doğulu terminolojilerin harmanlanmasıyla, yer yer anlaşılır ve akıcılığı eksik, imgenin içini boşaltan bir yapıya bürünüyor. Felsefi bir derinlik getirmek istediği şiirlerinin hepsinde bu derinliğe ulaştığını söyleyemeyiz, ancak “Şeyhim Beni Işınla” şiirindeki başarı kesinlikle yadsınamaz: “Açamazsın, açamam, açılmaz şeyhim/Sıfırın içine bir delik daha”. Romanına gelince, 2014’ten beri okuyucunun karşısına ağırlıklı olarak OT Dergisi’ndeki polisiye çizgi romanlarıyla çıkıyordu Murat Menteş. Yeni romanını ise bir çizgi roman-roman türleri arasında kurulmuş bir köprü olarak nitelendirmek istiyorum. Daha ilk cümlelerden itibaren bir sokak ağzının anlatıcısıyla karşılaşıyoruz. Bu anlatıcının ağzının daha sonra kendi toplumumuzun sokak ağzından farklı olduğunu görüyoruz: “İntihar için yanlış yere nişan alıyorsun ahbap.” “Kiliseye giren bir fahişe, yo, geneleve giren bir din adamı gibi terliyordum.” Gibi ifadeler ilk karakter olan Marco Montes’e ait. Dildeki esnekliğin edebi esneklikle ilişkisini sezmekte oldukça güçlük çekiyoruz. Dilde bir ustalık için anlamı kovaladığımız, sezinlediğimiz ama bunu yaparken okumayı da kesmediğimiz metinlerde özgün cümleleri ararız. Murat Menteş’te bu başarılabilmiş gibi gözükmüyor. Dilde sürekli sloganlar veye sloganvari cümleler görüyoruz. “İroninin hası, sansasyoneldir.”, “…kalbine giden yolda trafik kazası geçirdim…” “Silah mesuliyet yükler, tehlike doğurur, ölüme sebep olur.”, “Hayır bayım, delilik, kendi menfaatini büsbütün unutmaktır.” Gibi cümleler oldukça sık karşımıza çıkıyorlar ancak konuşan kişilerde sürekli yazarın yüzünü görüyoruz. Attila İlhanın Yağmur Kaçağı’nda belirttiği gibi, slogan atmak edebiyat değildir. “VIMP” “ZBAM” “ŞLOP” gibi yansıma sözcükler Türkçe’nin yapısına ve romanın akıcılık ilkelerine ters düşmüş. Başarılı bir yazarın bunu gözümüzde canlandırmasını bekleriz, aksi halde bu ifadeler kullanılırken ya yüz yüze konuşuyor olup jest ve mimikleri görmeliyiz ya da çizgi roman okumalıyız. Kullanılan bu ifadelerin haricinde durum ve kişi benzetmelerinde gözümüze çarpan anlamsız benzetmelerin ve uzak çağrışımların sıklığı dilde işçilik arayan bir okuyucuyu sıkıyor. “seksi piliç” ifadesi bir argodan gelir, diyalogda kullanılması gerçekçi bir anlatıma götürebilir ancak bilinç akışı sırasında kullanılması yeni bir şey yapayım derken binayı kaygan zemine inşa etmeye benzemiş. Aynı zamanda bu ifade bir tavuğa karşı seksist duygular içeriyor, çünkü bir insana piliç diyorsanız onu argoda çekici bulduğunuz anlamına gelir. Eğer “seksi piliç” derseniz bu ifadeyle Türkçe’yi kendi bağlamından koparmış oluyorsunuz. Bu tip ifadelere dublajlı filmlerde sık sık rastlıyoruz. Roman sanki kendi orijinal dilinde değilmiş gibi.
Dil üzerine bir başka husus da dildeki çarpıcı kimlik problemi. Dilde hem Batı terminolojisi hem de Doğu terminolojisi eşitlik ilkesi çerçevesinde kullanılmaya çalışılmış. Burada incelenecek olan nokta, bu sentez denemesinin yapaylığı ve göze batıyor oluşu. Edebî metinlerde bir terim kullanılırken, bu terimin argoya indirgenmesi hem o terimin ait olduğu bilim için hem de dilin zenginliği için bir tehdittir. Nasıl ki “patoloji” kelimesini bağlamından koparıp kullandığımızda gündelik hayatta bir karşılığı olmuyorsa, bu kelimenin hemen ardından “âfet” gibi yakın anlamlı ama Türkçeye yerleşmiş bir terim alınınca politik bir tavra girilmiş oluyor. Batı’nın terimleri ve Doğu’nun sanatından ya da ahenginden faydalanılmaya çalışılmış havası, eğer “patoloji” gibi bir sözcüğü kullanmanın “alternatifi” ya da “muadili” olmasaydı Tanzimat romancılarının yapaylığına gidilmemiş olurdu. Herhangi bir terimin okuyucu tarafından bilinmemesi gerektiği, Murat Menteş’in toplumca yazar kimliği dışında bir kimlikle tanınmıyor oluşuna da indirgenebilir. Dildeki bu politik tavır, Tanzimat Dönemi romanlarındaki Bihruz Bey’i andırıyor.
Bir diğer nokta ise kitapta iki karakterin aynı argoyu kullanması. Bu da dilde ve kitaptaki diyaloglarda bir kimlik karmaşası yaratıyor. Günlük dilden uzaklaşarak tasvirleri de oldukça argoya yer vererek anlattığınızda takım elbise giyen bir karakteri özelleştirmiş olmaktan ziyade bir kimlik karmaşasına sokuyorsunuz. Amerikan sinemasındaki karakterlere benzeyen bu karakterlerin dilleri, maalesef ki yetkin kurulamamıştır. Nasıl ki Amerikalıların dil kullanım seviyeleri Shakespeare’e yaklaşamıyorsa, gündelik bir Amerikalının Türkçe dublajını yapmak Türkçeyi ve dahası kitaptaki karakteri etkisiz kılıp devre dışı bırakıyor. Kitabın iddialı çıkışındaki aradığınız felsefeyi bulamıyorsunuz, çünkü neredeyse sorulan herhangi bir soru yok. “Ben kimim?” sorusu kafanızı bir yere çarptığınızda değil de, gayet şuurunuz yerindeyken sorulduğunda felsefi bir soru haline bürünebiliyor.
Dilin saldırganlığıyla bağıntılı olarak tasvirlerdeki şiddetin boyutu, üslubun bayağılığının gölgesinde kalmış vaziyette. Ortaya konmaya çalışılan sinematografiye göre sahnelerdeki harekete bir kamera edasıyla yaklaşamaması anlatımı sırtından bıçaklayan bir başka husus olmuş. Helikopterden düşme sahneleri bir film etkileyiciliğinden uzakta, bir romanın sağlam ya da esnek bütünlüğüne ulaşamamış ancak çocuk oyunu vaziyetinde aktarılmış. 148. sayfada Marvel filmine dönen kitapta yazar, diyaloglarda arka arkaya sıraladığı terimler ve yabancı sözcüklerle okuyucuyu inandırmaktan ziyade bir bilim adamının dahi bu şekilde arka arkaya fiilsiz konuşamayacağı fikrine itmiş. Çünkü kelimeler seçilerek bir sahne çizmek yerine kelimelerin uzak anlamlarının ya da birbirinden tutarsız kökenlerden gelen neredeyse terim olarak kabul edebileceğimiz kelimelerin akılda politik, bilimsel ya da günlük yaşama dair bir karşılık bulması oldukça güç durumda. Bilgiler Vikipedi’den bakılmış hissi uyandırıyorlar. Aynı sayfadaki diyaloğa bakalım:
“Ne sandın ya? DNA agleti diye bilinen telomerlerin yanan dinamit fitili gibi kısalmasını önleyen telomeraz enzimini mikroskobik yatağında akıtıyorlar. Böylece Hayflick Limiti’ni ilelebet aşabilirsin…” [Vurgu bana ait]
“Ne sandın ya?” cümlesinden sonra gelen kesintisiz lise biyolojisi seviyesindeki bilgi akışı, bu akışın içindeki okuma ve cümleyi kurma zorluğu bir yana, içerisindeki sanatlı söyleyişten vazgeçememe çabası cümleyi daha da anlaşılmaz kılmış. Bu anlaşılmazlıkta bilerek yapılmışlık havası var. Ve son olarak da devamındaki “ilelebet” kelimesinin ağırlığını ele alınca aynı karakterin belli bir dilinin olmadığı, dilin tamamen yazardan ibaret olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Olgun romanlarda konuşanın yazar olduğunu okuyucu olarak hissetmememiz gerekiyor. Arka arkaya sıralanan zor terimlerle “ilelebet” kelimesinin eskiliği ve “Ne sandın ya?” söyleyişinin yavanlığı birbirinden tamamen tutarsız. Aynı tutarsızlığı diğer sayfalarda da sık sık görüyoruz. Yazar romanın tümünde bu tutarsız dili seçmiş. Örneğin:
“Dışarıda tufan kopmuştu. Kehkeşan’da keşmekeş. Mikail, eteğindeki taşları döküyor. Kasırganın şiddetinden paçalı donum mühürlendi!”
Tasvirlerdeki zaman tutarsızlığı bizi akıcı bir romandan çok, ayıp olmasın diye dinlediğimiz bir kahvehane sohbetine götürüyor.
“…Öyle çok yağmur yağdı ki, Nuh Aleyhisselam’la empati kurdum!” (s. 142)
Bu cümledeki “Nuh Aleyhisselam”ın arkasından getirilen “empati kurmak” birleşik fiilinin yapaylığı ve söyleyişteki doğallığı net olarak bozduğunu görüyoruz. Çünkü böyle bir ünlem cümlesi olamaz, bunun için oldukça uzun empati kurmak yerine cümlenin daha farklı şekilde kurulması mümkün. Bu ancak yazarın anlatıcı olarak aktarabileceği, yine yapay bir anlatımdır. Sahne çiziminin okuyucunun aklında oluşması için, bu tutarsızlıktan kurtulmak gerekiyor. Yoksa söyleyişle beraber sahne havada kalıyor.
Menteş’in dil kullanımındaki bir başka husus ise sokak dilinin doğrudan anlatıma yatkın oluşudur. Sokak dilinde esas dili esnetmek ve anlam kargaşasına yol açmadan iletişimin ikinci kişisine onunla aynı bağlamda bir kanal açmaktır. Yetkin bir anlatım ancak duygular yoğun olarak karıştırıldığında ortaya çıkar. Serseri olduğu her halinden anlaşılan ve bir kadını taciz etmesini hoş bir şey olarak aktaran Menteş’e karşın Batı terminolojisiyle Doğu’nun bir kelime-bin anlam kelimelerinin bu karakterlere oldukça uzak olduğu aşikârdır. Yapay, tacize ve anlatım bozukluklarıyla dolu bir dilin felsefe yapmaya da elverişli olacağı iddiasında bulunulması kabul edilemez. Dileriz ki Sayın Menteş ilerleyen çalışmalarında dilin karakterinin ve felsefenin ne olduğunun farkında olsun.
Menteş, Murat. Antika Titanik. İstanbul: April Yayıncılık, 2018.