Sadece bir değil birkaç neslin çocukluk arkadaşı olan Heidi’yi, hep kırmızı yanaklarıyla, büyük babasına olan sevgisi ile, keçileriyle ve en önemlisi çıplak ayaklarıyla İsviçre’nin o büyüleyici Alp eteklerinde koşuşu ile hatırlarız. Hem televizyondan çizgi film olarak izlediğimiz hem de çocukken kitabını alıp okuduğumuz Heidi’nin masumluğu ve yüreğimizi ısıtan gülümseyişinin altında farklı bir hikaye yatar. Heidi aslında İsviçre toplumsal tarihin bir simgesidir.
Johanna Spyri, 53 yaşında Heidi’yi yazmıştır. Heidi’nin yaratıcısı olan Sypri aslında bu küçük kahraman aracılığıyla, çıplak ayaklı çocuklar gerçeğinin üzerindeki toplumsal sır perdesini aralamıştır. Spyri, doğaya, insanlara, hayata, yarattığı bu öksüz kızın gözünden bakarken bütün Verdingkinder’lerin diğer bir ifadeyle çocuk kölelerinin çocuk dünyalarına ve duygularına dikkat çekmeye çalışmıştır.
Heidi’nin İsviçre toplumsal tarihinin bir simgesi olduğunu söylemiştik fakat bu hatırlanmak istenmeyen bir tarihsel gerçeğin simgesidir. Bu gerçeklik simgesi aslında hem Heidi hem onun çıplak ayaklarıydı. Çünkü çıplak ayaklar, erkek ya da kız bütün “köle çocukları”nı diğer çocuklardan ayıran derin bir uçurumun simgesiydi. Heidi’nin çıplak ayakları bugün çocuklara karşı işlenmiş insanlık-dışı bir suçun yarattığı utanç üzerinde koşmaktadır.
1789 yılında İsviçre’de 14 yaşından küçük çocukların fabrikalarda çalışmaları yasaklandı. Fakat bu çokta etkili olmadı ve çocuk sömürüsü için yeni bir kapı açıldı. 18. yüzyılın sonundan 1960’lı yılların başına kadar İsviçre, çocuk emeği sömürüsünde insanlık-dışı yöntemlere imza atarak farklı bir tür ortaya koydu.Yalnızca 1930 yılında 30 bin çocuk, köle olarak kullanıldı. İstismara maruz kalan çocuk sayı da 100 bini geçti.
Devlete borcu olan ya da boşanan çiftlerin, fakir ailelerin çocukları, yetimler, ailesi cezaevinde olan ya da kendisi suç işleyen çocuklar, devlet ve kilise aracılığıyla, çalıştırılmak üzere başka ailelerin yanına yerleştirilirdi. Ancak 1974 yılında yasayla kaldırılan bu uygulamada, papazların önderliğinde ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere kiralık olarak verilir veya şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında, dört yaşındaki çocuklar bile, ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılmak için satışa çıkarılırdı. Kiralandıkları, satıldıkları ailelerin şiddetine, cinsel tacizine maruz kalan çocuklar, geri almak isteyen aileleri tarafından geri alınma isteseler de buna izin verilmiyordu. Böyle bir şeye yeltenen aileler hapse atılıyor ya da onlarda çocukları gibi bazı kurumlarda zorla çalıştırılıyordu. Bu şekilde ailelerin üstünde ciddi bir baskı oluşturuluyor ve çocuklar konusunda ısrarcı olmamaları sağlanıyordu.
Çocukları arayan, tecavüze uğradıklarında ya da işkence gördüklerinde sahip çıkan kimseleri de yoktu çünkü toplumun gözünde onlar, suç işleyen, boşanan, fakir ailelerinden kurtarılmış çocuklardı ve zaten bu onlar için en büyük iyilik sayılıyordu. Çocuklar, ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşadılar ve çoğu kez bir çuvaldan ibaret elbiseler içinde neredeyse her gün aç kaldılar. Bu koşullar altında toplumsal hayatın sıradan bir parçası olarak kabul gören bu çocuklar, kölelik sisteminin kurbanı olan ve çocuk dünyaları ellerinden alınan çocuklardı.
1998 yılından itibaren bu toplumsal gerçeğin konuşulması ve üstünün kapanmaması için, Olten’da yaşayan birkaç tarihçi, bütün Verdingkinder’lere (sözleşmeli çocuklara) ya da varsa yakınlarına ulaşmak için çalışmalara başladı. Bu tarihçilerden biri de Marco Leuenberger’dir. Leuenberger’in babası, on yaşındayken kendisinin bir Verdingkinder olduğunu açıklamış ve yaşadıklarını anlatmıştır. Bunun üzerine Leuenberg, olağanüstü bir emek ortaya koyarak bu utanç verici karanlık tarihin ortaya çıkması için çalışmıştır. Bu çalışmalar olumlu sonuçlar vermeye başlamıştır. Yazar ve tarihçi Loretta Seglias ise o dönemler için şu ifadeyi kullanır:“İş, bir eğitim yöntemi olarak görülüyordu. Çoğu çiftçi bakıcı ailelere verilen çocuklar, iş gücü olarak kullanılıyor, suistimale uğruyorlardı“
Verdingkinder olarak istismara uğrayanlardan biri Walter Steck’tir. Steck o günlerden bir korkunç rüya olarak bahsediyor ve o günlerden hatırında kalanları şöyle anlatıyor: “Annem ve babam toplum düzenine uymadığı için beni bir bakıcı aileye verdiler. Yanlış hatırlamıyorsam daha beş yaşındayken tarlada çalışmaya başlamıştım. Tabi ki bunu kendi isteğimle yapmıyordum bizi buna mecbur bırakıyorlardı. Hiç bir zaman sofraya onlarla birlikte oturamazdık. Yemeğimizi ayakta lavabonun başında yemek zorunda kalırdık. Her zaman ayakta yerdik.Yatağımı ıslattığım zamanlarda bana yemek vermezlerdi ki uzun zaman ıslattım. O zamanlar hep aç kalırdım.” İstismara uğrayan bir küçük çocuğun geçmişi olarak nitelendiriyor yaşadıklarını Steck. Tarihin karanlık sayfalarına tanıklık etmek ve bunları yaşamış olmak onda derin izler bıraksa da anlatmaktan çekinmiyor ve şöyle devam ediyor: “Burada dar bir yol vardı. Yukarı doğru çıkardı ve tepeden tren istasyonu gözükürdü. Biz çocuklar yukarı çıkıp, ailelerimiz geliyor mu diye bakardık. Tabii ki bende. Benim annem babam hiç gelmezdi. Evet bu çok acıydı.” Nefret ve şiddetle geçen çocukluğunu anlatırken son sözleri ise şöyle oluyor:“Bir çok kişi biliyordu ama kimse ilgilenmedi. Bizim söylediklerimize de inanmıyorlardı. Biz diye konuşuyorum çünkü diğerlerinin başına da aynısı geldi. Öyle değil mi? Kimse üzerimizden yük almadı”
2009 yılında Verdingkinder Reden adı verilen sergiyle ilk defa bilimsel çalışmalara, konferanslara, canlı tanıklıklardan oluşan açık oturumlara konu edilerek, sonra operaya ve ilk defa bir filme de uyarlanarak bu konu gündeme gelmiş ve oldukça ses getirmiştir. Dünyanın birçok yerinden tepki alan ülke daha fazla dayanamayarak 11 Nisan 2013’ de resmi olarak özür dilemiştir.
İsviçre toplumsal tarihinin bu utanç verici olayının izleri sanata da yansıdı. İşte sanatın gözünden “Köle Çocuklar” Bu utanç verici olayı sanatına yansıtan isimlerden biri Ressam Albert Anker’dir. Albert Anker’in İsviçre halk hayatını resmettiği tabloların birçoğunda çıplak ayaklı çocukları görürüz. Fırçaların acıyı seslendirme konusundaki profesyonelliğini bu tablolarda çok net anlamamızda mümkün aslında. Bu köle çocuklar okulda, sokakta, evlerde ve daha birçok yerde çıplak ayakları ve soluk yüzleri ile gözümüzün önünde fakat bir o kadar da görünmez olmuşlardır.
Ayrıca bunun yanında Verdingkinder’lerin insanlık dışı yaşam koşulları ilk defa bir filme de konu edildi.Senaryo bu gerçeği yaşamış insanlarla yapılan röportajlardan oluşturulmuştur. Markus Imboden tarafından çekilen ve adı Der Verdingbub (Besleme) olan film tarihinden itibaren gösterime girdi. 103 dakika süren film belki de yapılan röportajların etkisiyle bize gerçeği birebir yansıtıyormuş hissi veriyor.
Kaynakça
Evrensel Kültür Dergisi, Şubat 2015