Hollywood’un günümüzde yaygın bir eğilimi olan yeniden çevrim geleneği, aslında sinemanın erken dönemlerine, sessiz filmlerin ses teknolojisiyle yeniden çekilmesine kadar uzanır. Bu süreçte pek çok başarılı ve başarısız örnek ortaya çıkmıştır. Klasik ve kült statüsündeki yapımları modernize etme çabası, yeni izleyici kitlelerine ulaşma amacı taşısa da kolay bir üretim ve para kazanma yöntemi olarak sıklıkla eleştirilir. Bu eleştirilerde, yeniden çevrimlerin çoğu zaman kendi varlıklarını haklı çıkaracak herhangi bir özelliğe sahip olmaması büyük bir etkendir.
Sinemanın emekleme dönemindeki yeniden çevrimlere kıyasla, modern dönemdeki yeniden çevrimlerin çok daha büyük şeyler başarması gerekiyor. Bu filmler gelişen sinema teknolojisini kullanmanın yanı sıra orijinal filmin hikâyesini, alt metinlerini, atmosferini ve karakterlerini yeniden yaratma sorumluluğuyla da karşı karşıya kalıyor. Ancak pek çok yeniden çevrim, bu sorumluluğun üstesinden gelmekte zorlanıyor, bazen orijinal filmi bir adım bile ileriye taşıyamıyor. Bu yazımızda, tam da bu şekilde varlık amacını sorguladığımız yeniden çevrimleri ele alıyoruz. İşte yeniden çekilip orijinalinin gölgesinde kalan 10 film…
1. Ben-Hur (2016)

William Wyler’ın yönettiği Ben-Hur (1959), zamansız bir sinema klasiğidir. Çıktığı dönemde büyük beğeni toplayan ve gişede muazzam başarılara imza atan film; En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Aktör (Charlton Heston) de dahil olmak üzere tam 11 dalda Oscar ödülü aldı. Ben-Hur’un bu versiyonu; oyunculuk, yönetmenlik, görkemli set dekorasyonları, başarılı sinematografisiyle övgüler toplasa da çekimleri tam beş hafta süren ve bir milyon dolara mal olan araba yarışı sahnesi filmin en dikkat çekici yönü oldu. Öyle ki bu sahne, günümüzde hâlâ etkileyiciliğini koruyor.
Timur Bekmambetov’un yönettiği Ben-Hur (2016) ise orijinal filmin destansı kalitesinden yoksundu. Bir yeniden yapım olarak varlığını haklı çıkaracak, öne çıkan herhangi bir özelliğe sahip olmayan film, yoğun bir şekilde CGI kullandı ve orijinal filmin sinematik ihtişamına ulaşamadı. Modern teknolojiyi kullanma avantajına sahip olmasına rağmen, araba yarışı sahnesi de orijinal filmin ikonik sahnesine kıyasla sönük kaldı. Neticede 2016’nın Ben-Hur’u hem kötü eleştiriler aldı hem de bir gişe fiyaskosuna dönüştü; yapım maliyetini bile çıkaramayarak Paramount ve MGM’i zarara uğrattı.
Aslında 1959 yapımı Ben-Hur da Lew Wallace’ın 1880 tarihli “Ben-Hur: A Tale of the Christ” romanına dayanan 1925 yapımı sessiz filmin yeniden çevrimiydi. 2016 yapımı Ben-Hur bu hikâyeyi beşinci kez seyircilerle buluşturdu.
2. Total Recall (2012)

Phillip K. Dick’in We Can Remember It For You Wholesale isimli kısa öyküsünden ilham alan Total Recall (1990) filmini Paul Verhoeven yönetti. Film, özellikle o dönem için, yaratıcı ve ilgi çekici bir hikâyeye, unutulmaz efektlere sahipti. Başroldeki Arnold Schwarzenegger, beynine sahte bir Mars tatili anısı yerleştirilen ancak bu işlemin karşılığında hiç beklemediği gerçeklerle yüzleşmek durumunda kalan bir fabrika işçisine hayat veriyordu.
Len Wiseman tarafından yönetilen Total Recall (2012) filminde başrolü yetenekli oyuncu Colin Farrell üstlendi ama bu, filmi başarıya ulaştırmakta yeterli olmadı. Orijinal filme kıyasla CGI efektlerden daha fazla yararlanma şansına sahip olması, yeniden çevrimin avantajıydı ancak kendisini daha ciddiye alan bir yapım olarak orijinal filmin mizah duygusundan ve yaratıcı vizyonundan yoksundu. Orijinal filmin Mars arka planını, daha genel distopik bir dünyayla değiştirmiş olması da filmin en çok eleştirilen yönlerinden biri oldu. Birçok yeniden çevrim gibi, Total Recall (2012) da neden bu hikâyeyi yeniden anlatmak istediği sorusuna net bir cevap veremeyerek hayal kırıklığıyla sonuçlandı.
3. Oldboy (2013)

Park Chan-wook imzalı, Oldboy (2003), Güney Kore sinemasının unutulmaz yapımlarından biridir. 2004’te Quentin Tarantino‘nun jüri başkanı olduğu 57. Cannes Film Festivali‘nde Büyük Ödül’ü (Jüri Ödülü) kazanan film, kendisini sebepsiz yere 15 yıl boyunca esir alan kişilerden intikam almak için harekete geçen bir adamın hikâyesini anlatıyor. Şiddetli ve karanlık anlatımıyla öne çıkan orijinal Oldboy, intikam ve adalet kavramlarını işlerken, seyirciyi bir psikolojik gerilim atmosferiyle sarıyor ve karakterlerin içsel dünyasını, eşsiz kurgusuyla açığa çıkarıyor. Park’ın cesur kamera açıları, yaratıcı uzun çekimleri ve Güney Kore kültürüne özgü detaylar da orijinal filmi bir kült klasiği hâline getiren önemli noktalar.
Dünya sinemasının ses getiren pek çok filmi gibi, Oldboy da Hollywood yeniden çevrimlerinden nasibini aldı. Orijinal filmden 10 yıl sonra gelen, Spike Lee imzalı Oldboy (2013) filminin başrolünde Josh Brolin oynadı. Amerikan izleyicisine yönelik, daha yumuşatılmış bir anlatımı benimseyen bu filmde, orijinal filmdeki çarpıcı duygusal yoğunluk yerini daha yüzeysel bir anlatıma bıraktı. Kültürel özgünlüğünü, karanlık ve grotesk havasını kaybetmiş bir yapım olan Oldboy (2013) Park Chan-wook’un sanatını yalnızca yüzeysel olarak taklit edebilen bir filmdi ve gişede de başarısız olarak bütçesinin yalnızca altıda birini kazanabildi.
4. Planet of the Apes (2001)

Franklin J. Schaffer’in yönettiği Planet of the Apes (1968), bugün sinemadaki mirasını yeni hikâyelerle sürdürmeye devam eden bir bilim kurgu klasiği. Film, maymunların hâkim olduğu bir dünyada, insan ırkının ikinci sınıf bir konumda olduğu çarpıcı bir evren tahayyülü sunuyor; sosyo-politik alt metinlerle insanlık, evrim ve topluma dair sorgulamalar yaşatıyor. Başroldeki Charlton Heston’ın performansı, maymun karakterlerin makyaj efektleri ve döneminin ötesinde bir görsel deneyim sunmasıyla tam anlamıyla çığır açıcı olan film, 2000’lerin başında yeniden sinemaya aktarıldı ama yeniden çevrim orijinalinin gölgesinde kaldı.
O tarihte kendine özgü ve başarılı bir yönetmen olarak yerini çoktan sağlamlaştırmış olan Tim Burton, Planet of the Apes (2001) için yönetmen koltuğuna geçti. Bu film modern makyaj teknikleri ve efektlerle görsel olarak daha gerçekçi bir atmosfer sunsa da orijinal filmin derinliğini yakalayamadı; aksiyona daha fazla odaklanıp felsefi ve toplumsal sorgulamayı ikinci plana attı. Orijinal Planet of the Apes’in ikonik sonu çarpıcıydı ancak 2001’e gelindiğinde artık sürpriz unsurunu yitirmişti. Dolayısıyla yeni filmin, yeni bir çarpıcı sona imza atması gerekiyordu. Tim Burton filmi bunu yapmaya çalışıyor ama sadece sürpriz unsuru için yapılmış gibi duran, açıklamasını potansiyel devam filmlerine bırakan bu son, filmin yoğun eleştiri noktalarından biri olmaktan kaçınamıyor.
5. Carrie (2013)

Stephen King’in ilk romanından uyarlanan Carrie (1976), Brian de Palma’nın yönetimiyle sinema perdesine taşındı. Yönetmenin gerilim yaratma konusundaki becerisiyle Carrie’ye hayat veren Sissy Spacek’in etkileyici performansı birleşince ortaya korku sinemasının klasiklerinden biri çıktı. Film, bir “günah çocuğu” olarak dünyaya gelen ve kendisini inancına bağnazlık seviyesinde kaptıran annesinin baskısı altında ezilen, okulunda da dışlanan bir genç olan Carrie’nin trajik bir sona ulaşan hikâyesini anlatıyor. Özellikle mezuniyet balosunda geçen fantastik ve intikam dolu final sahnesiyle hatırlansa da bu film, ergenlik, zorbalık ve bastırılmış duygular gibi evrensel temaları etkileyici bir sinematografi ve atmosferle sunuyor.
Kimberly Peirce tarafından yönetilen Carrie (2013) ise pek çok açıdan orijinalin başarısına erişemiyor. Gelişmiş görsel efektlerle Carrie’nin intikam için kullandığı telekinetik yeteneklerini öne çıkaran film, orijinalinin atmosferini ve psikolojik derinliğini yakalamakta, Carrie’nin içsel yolculuğunu ve toplumla olan karmaşık ilişkisini anlatmada sınıfta kalıyor. Sosyal medyanın kullanımı gibi unsurlarla hikâyeyi modernize eden bu yapımda başrolü Chloë Grace Moretz üstleniyor ama Sissy Spacek’in performansını da fiziksel görünümüyle hikâyeye taşıdığı inandırıcılığı da yakalayamıyor. Orijinal filmde, dozunda bir abartı duygusuyla dehşete ve korkuya hizmet eden final sahnesi de bu filmde, o ana kadarki anlatıyı ruhsuz kılan bir şov unsuruna dönüşüyor.
6. The Wicker Man (2006)

Robin Hardy’nin kült korku filmi The Wicker Man (1973), dindar bir dedektifin, gizemli bir kayıp çocuk vakasını araştırmak için gittiği İskoç adasında karşılaştığı Pagan topluluğunu ve onların tuhaf ritüellerini konu alıyor. Dedektifin “kâfir” olarak gördüğü bu toplulukla olan mücadelesi, İngiliz halk müziği ve folklorik ritüellerle desteklenerek filmin tedirgin edici atmosferini, kasvetli ve tekinsiz havasını pekiştiriyor. Ayrıca Edward Woodward ve Christopher Lee gibi usta oyuncuların performansları da orijinal The Wicker Man’i bir korku klasiği hâline getiriyor.
Neil LaBute imzalı The Wicker Man (2006) ise yalnızca orijinalinin gölgesinde kalan değil, tüm zamanların en kötü yeniden çevrimleri arasında anılan bir film. Nicolas Cage’in başrolde yer aldığı bu versiyon, orijinal filmin karanlık atmosferini yakalayamadığı gibi, dinsel ve toplumsal arka planı da es geçiyor. Psikolojik gerilimden ziyade aksiyona yönelen yeniden çevrimde, ilk filmdeki en önemli unsurlardan olan ada halkı ve ritüellerinin üstünde yeterince durulmaması, başarılı bir gerilim atmosferi yaratılamamasına neden oluyor. 2006 yapımı yeniden çevrim, daha çok Nicolas Cage’in kendine özgü abartılı oyunculuğu ve istemsiz mizahı ile dikkat çekiyor.
7. The Stepford Wives (2004)

Bryan Forbes imzalı The Stepford Wives (1975), toplumsal cinsiyet rollerine ve kadınların ev içindeki geleneksel rollerine keskin eleştiriler sunan bir gerilim filmidir. Ira Levin’in romanından uyarlanan film, Joanna adlı bir kadının, yeni taşındığı Stepford kasabasında yaşayan kadınların adeta kusursuz ev hanımlarına dönüştüğünü fark edip bu gizemin peşine düşmesini anlatıyor. Kasabadaki tedirgin edici atmosferi korurken, hicivli yapısıyla eğlence dozunu da dengeleyen film, kadın hakları mücadelesine de göndermeler yapıyor.
Frank Oz’un yönettiği The Stepford Wives (2004) ise daha çok bir kara komedi olmayı amaçlıyor. Orijinal filmde erkeklerin mutlak kontrolü sağladığı bir düzen ürkütücü bir tasvirle karşımıza çıkarken, yeniden çevrimde gerilim hafifletilmiş, mizahi doz arttırılmış. Başroldeki Nicole Kidman’ın Joanna karakterine taşıdığı enerji filmin eğlenceli atmosferini yükseltiyor ama orijinal filmdeki eleştiriler ve feminist alt metin de bu süreçte daha yüzeysel bir biçim alıyor. Tondaki bu değişimle birlikte film adeta bir parodi ruhuna bürünüyor. Komediyi hedefleyen daha hafif bu versiyon sonuçta ne orijinal filmin başarısına ulaşabiliyor ne de kendi hedefini tutturabiliyor.
8. The Crow (2024)

Alex Proyas‘ın yönettiği, çizgi roman uyarlaması olan The Crow (1994), gotik atmosferi ve karanlık estetiğiyle kült statüsüne ulaştı. Film, nişanlısıyla birlikte trajik bir şekilde öldürülen müzisyen Eric Draven’ın intikam almak için mezarından geri dönmesini konu alıyor. Görselliği ve müzikleriyle 90’ların karanlık ve asi ruhunu yakalayan film; intikam, aşk ve kayıp gibi temaları derin bir melankoliyle işliyor. The Crow (1994), Eric Draven’a hayat veren Brandon Lee’nin sette yaşanan bir kaza neticesinde hayatını kaybetmesiyle de efsaneleşmiştir. Filmin laneti olarak anılan bu üzücü ölüm, Draven karakterine mistik bir derinlik kattığı gibi, Lee’nin, filmin duygu yüklü atmosferini tanımlayan performansını da unutulmaz kılıyor.
Rupert Sanders tarafından yönetilen The Crow (2024) filminde Eric Draven karakterine Bill Skarsgård hayat verdi. Klasikleşen ya da orijinali başarıya ulaşan pek çok yapımın yeniden çevrimi “Bu neden gerekli?” sorusuyla karşılanır; The Crow yeniden çevrimindeki durum ise bunun çok ötesindeydi. Brandon Lee’nin anısıyla bütünleşen filmin yeniden çekilecek olması pek çok hayranı kızdırdı, film daha vizyona girmeden yoğun eleştirilerle karşılandı. Neticede 2024’ün The Crow’u vizyona girdiğinde tüm eleştirileri haklı çıkardı. Aksiyon sahneleriyle öne çıksa da orijinal filmin melankolisini ve yoğun duygusal etkisini yakalayamayan yeniden çevrim, mistik ve gotik atmosferi yaratma konusunda da ilk filmin gölgesinde kaldı.
9. The Omen (2006)

Orijinal The Omen (1976), yönetmen Richard Donner’ın ustalıkla işlediği bir doğaüstü korku hikâyesini ele alıyor. Amerikan büyükelçisi, eşinin doğumda ölen bebeğinin yerine başka bir bebeği koyuyor. Ancak Damien adını verdikleri bu bebek aslında şeytanın çocuğudur ve büyüdükçe etrafında tuhaf olaylar gerçekleşmeye başlayacaktır. Baba rolündeki Gregory Peck’in performansı ve Jerry Goldsmith’in müzikleriyle korku atmosferini pekiştiren film, güçlü hikâye anlatımı, aile ve ebeveynlik temaları üstünde durmasıyla yalnızca bir korku filmi olmanın da ötesine geçiyor. Film özellikle Damien’in ürpertici bakışlarıyla akılda kalıyor.
John Moore imzalı The Omen (2006), modern efektler ve güncellenmiş anlatım tarzı ile dikkat çekse de orijinal filmin rahatsız edici, tedirginlik veren atmosferini ve karakter derinliğini yakalamakta yetersiz kalıyor. Damien’ın orijinal filmdeki kadar ürpertici olmaması da filmin seyirci üstündeki duygusal etkisinin kaybolmasına yol açıyor. Neticede, orijinaline hiçbir öne çıkan özellik ekleyemeyen bu yeniden çevrim de kendi varlığını haklı çıkaramıyor. Şeytanı simgeleyen 666 sayısını hatırlatır biçimde 06.06.2006 tarihinde vizyona girmesi, yeniden çevrimin yapılmasının tek nedeninin bu pazarlama stratejisini kullanmaya odaklı ticari kaygılar olduğunu düşündürüyor.
10. Psycho (1998)

Gerilim ustası olarak bilinen ve her filmiyle bu unvanın altını dolduran Alfred Hitchcock’un Psycho (1960) filmi, sinema tarihinin en önemli korku-gerilim filmlerinden biridir. Marion Crane (Janet Leigh) adlı bir kadının patronundan çaldığı parayla kaçışı ve motelinde konakladığı Norman Bates’in (Anthony Perkins) psikolojik karmaşıklığı etrafında dönen hikâye, izleyiciyi şaşırtan hamleleriyle tedirgin edici bir atmosfer kuruyor. Özellikle ikonik duş sahnesiyle hatırlansa da Hitchcock’un özenli kamera açıları, siyah-beyaz görselleri, unutulmaz müzikleri ve ürpertici performanslarıyla Psycho’nun tüm yapı taşları her zaman izlenmeye değer bir başyapıtı, bir sinema klasiğini oluşturuyor. Dolayısıyla herhangi bir yeniden çevrimin, bu yapıtın gölgesinde kalması kaçınılmazdır.
Elimizde, böylesine değerli ve her anlamda dört dörtlük bir film varken Gus Van Sant’ın neden bir yeniden çevrim için harekete geçtiğini anlamak gerçekten zor. Psycho (1998), orijinal filmi kamera hareketlerine kadar neredeyse sahne sahne tekrar ediyor. Yönetmen modern sinema tekniklerini ve renkli sinematografiyi kullanarak Psycho’yu birebir yeniden çekerken, neden böyle bir filme ihtiyaç olduğuna dair soruyu yanıtlayamıyor. Yeniden çevrim, varlığını haklı çıkaracak herhangi bir yenilik içermediği gibi, orijinal filmin ruhunu da yakalayamıyor. Vince Vaughn’ın Norman Bates performansı ise Anthony Perkins’in ikonik performansına kıyasla tam anlamıyla sönük kalıyor; karakterin sunduğu karmaşık psikolojiyi ve gerilimi yeterince taşıyamıyor. Sonuçta Gus Van Sant’ın Psycho’su, tüm zamanların en gereksiz ve en başarısız yeniden çevrimleri arasında her daim anılmayı hak ediyor.
Kaynakça
Öne Çıkan Görsel: ScreenRant


