19. yüzyılın büyük bir dönemini ve 20. yüzyılın ilk üç senesini kapsayan Viktorya dönemi, katı ahlak kuralları, ölüm temasına karşı duyulan ilgi ve endüstrileşmede hızla gelişilen bir dönem olması gibi pek çok yanıyla tarihseverlerin ilgisini çeken özelliklere sahiptir. Bu nedenden ötürü dönemin edebiyatına baktığımız vakit bu konuların sıkça gerek eleştirel, gerek destekleyici bir bakış açısıyla işlendiğini görebiliriz. Bu yazımızda inceleyeceğimiz konu ise hızla endüstrileşen İngiltere’de yoksulluğun, yani geride bırakılmış halkın hikâyeleri…
Kaos, Açlık, Maddi Sıkıntılar…

Yoksulluk, binlerce yıl boyunca dünyamızın acı bir gerçeği olmuştur. Kimi zaman kıtlıklar, kimi zaman ekonomik krizler, kimi zaman alınan yanlış kararlar… Milyonlarca insanın hayatının altüst olmasına neden olan böylesine yaygın bir olgu edebiyatta da yerini alır ve toplumun halının altına süpürülmek istenilen bu gerçeğini tüm çıplaklığıyla meydana serer. Elbette ki endüstri devrimini başlatan, sert sınıf ayrımlarıyla bilinen ve birçok fabrikaya ev sahipliği yapan İngiltere’nin edebiyatında da gerçekler çok acı bir şekilde gün yüzüne çıkarılmıştır.
İngiliz edebiyatı gözümüzde belli isimlerle birlikte canlanır. Shakespeare, Jane Austen gibi yazarlar aşkı, dramı, toplumu komedileştirerek anlattıkları eserleriyle toplumumuzda yer bulmuştur lakin İngiliz edebiyatı sadece hayatın ışıklı balo salonlarına değil, Londra’nın kenar mahallelerine, Kuzeyin fabrikalarında çalışan işçilere, baca temizliğinde kullanılan çocuk işçilere, sosyal konumu yüzünden dışlananlara ve hatta acı içerisinde kıvranan Paris halkına dahi yer verir.
Yazımızda inceleyeceğimiz yazarlar, aslına bakılırsa İngiliz edebiyatını şekillendiren ve oldukça yakinen tanıyabileceğiniz isimlerdir. İki Şehrin Hikâyesi’nin yazarı Charles Dickens, Jane Eyre’in yazarı Charlotte Brontë ve Kuzey ve Güney’in yazarı Elizabeth Gaskell… Bu üç yazar eserlerinde sadece İngiliz halkına değil aynı zamanda evrensel bir soruna ayna tutarlar adeta: eşitsizlik.
Sınıfsal farklılıklarla, ezilen yoksul halkla ve toplumsal baskılarla bezenmiş hayatları bize sunarken hem sanatsal hislerimize hitap eden hem de bir öğretmen edasıyla bize öğreten bu eserleri ve yazarları gelin birlikte inceleyelim.
Charles Dickens

Kendi döneminin en ünlü yazarlarından biri olan Charles Dickens, 1812 yılında İngiltere’nin Hampshire şehrinde doğar. Ailesinin iflasından sonra, en büyük çocuk olan Charles okuldan alınır ve belli bir süre boyunca fabrikada çalışmaya başlar. Bu sayede işçi sınıfının bir parçası olan Charles Dickens, sempati beslediği bu ezilen insanların hayatlarını eserlerinde kaleme alır ve adeta bir film gibi bu yaşamları bize izletir.
Hikâyelerini aktörlüğüyle birleştiren Charles Dickens, eserlerinde kullandığı söz sanatları ve ses tekrarlarıyla seyircinin kulağına hitap eden melodik bir hâle de getirir, hikâye anlatıcılığı yapar. Viktorya edebiyatına temsil ettiği grupları gerçekçi anlatımlarıyla damga vuran Charles Dickens, 1870 yılında vefat eder.
İki Şehrin Hikâyesi

Hikâyemizdeki iki şehir, Fransız İhtilali’nden beş yıl önceki ve İhtilal dönemindeki Londra ve Paris arasında süregelir. Hikâye, Tellson Bankası’nda çalışan Jarvis Lorry’e gelen bir mesajla başlar. Bu mesaja göre haksız yere on sekiz yıl boyunca hapsedilen ve akıl sağlığını yitiren Doktor Manette hayattadır!
Eser Paris halkından bahsederken sokağa dökülen şarabın kaldırım taşlarının aralarına yayıldığından ve insanların biraz olsun beslenebilmek için dahi nasıl uğraştığına değinir. Açlığın korkunç raddelere ulaştığı bu şehirde, soylular her gün eğlenmekte, güçlerini kötüye kullanmakta ve halkı sürekli ezmektedirler. Bu tür ortamlar da kitapta, öldürelecekler listesini örgüleriyle hazırlayan Madamme Defarge ve şaraphane sahibi Monsieur Defarge çifti tarafından yönlendirilen isyanın temelini atar.
Roman bize, ailesini reddetmiş Fransız bir soylu olan Charles Darnay, Darnay’e adeta ikiziymişçesine benzeyen ve oldukça depresif bir avukat olan Sydney Carton, haksız yere bir hücrede çürümeye terkedilmiş Doktor Manette ve babasına yıllar sonra kavuşmuş Lucie Manette, devrimci madamme ve monsieur defarge üzerinden toplumsal gerçeklikleri anlatır ve aslında 18. yüzyılın Fransa’sı üzerinden 19. yüzyıldaki İngltere’ye ayna tutar.
Evet, bu durumların hepsi Charles Dickens’ın döneminde İngiltere’de de farklı şekillerde yaşanmaktadır. Aristokratların belki eskisi kadar güçleri yoktur lakin halk bu kez de fabrikatörlerin altında ezilmekte, insanlık dışı şartlarda çalışmaya zorlanmakta, eğer iş bulamazlarsa adeta mezbaha gibi tıkıldıkları “workhouse” yani iş evlerine gönderilmektedir. İşin aslına bakılırsa Charles Dickens İngiltere halkını şiddetle uyarmaktadır. Kitabında tarif ettiği haç kolyelerinin yerini alan giyotin kolyeleri, çileden çıkmış fakir halk, her cani şakanın merkezi olan leydi giyotin ve meydana gelen kaosun İngiltere’de olması yazar için kesinlikle bir kabus materyali olarak öne çıkar.
Charlotte Brontë

Viktorya dönemine bir diğer damga vurmuş isimlerden biri olan Charlotte Brontë, 1816 yılında doğmuş ve Jane Eyre en ünlüsü olmak üzere birçok eser kaleme almıştır. Brontë kardeşlerden biri olan Charlotte, kadınların kendi adlarıyla yazmalarına hoş bakılmayan döneminde Currer Bell takma adıyla yazmıştır. Kendini ve kız kardeşlerinin adını da kardeşi Emily Brontë’nin Uğultulu Tepeler kitabının düzenlemesini yaptığı edisyonunun önsözünde yayımlamıştır.
Charlotte Brontë, yazılarıyla kadınların toplumdaki yerini, geleneksel evlilikleri ve dini kurumları eleştirir, sınıf ayrımının sonuçlarını gözler önüne serer. Dönemi için devrimsel yazılar yazan yazar, aynı zamanda doğduğu memleketi de olan Yorkshire’da 1855 yılında hayata gözlerini yumar.
Jane Eyre

Romanımız, yürüyüşe çıkmanın imkansız olduğu bir günde, Gateshead Malikanesi’nde başlar. Bu ev, ana karakterimiz Jane’in hayatında asla hatırlamak istemediği bir yer olarak çıkar karşımıza zira Jane, Reed ailesi tarafından ötekileştirilen, ailevi durumu yüzünden aşağılanan, dayısının ölümünden sonra tamamen kimsesiz kalan küçük bir kızdır. Reed malikanesinde sürekli şiddete maruz kalan Jane, uğradığı haksız muameleye verdiği haklı tepkiler yüzünden sürekli cezalandırılır ve artık canına tak eden yengesi Jane’i “Lowood” okuluna göndermeye karar verir.
Jane’in hayatındaki üç önemli yerden biri olan Gateshead’te yetim ve ailevi durumu toplum tarafından kabul görmeyen çocukların uğradığı muameleyi gözler önüne serer Charlotte Brontë. Okumayı, öğrenmeyi her şeyden daha çok seven Jane, her defasında kimi zaman kuzeni tarafından şiddete maruz kalırken kimi zamanda yengesi tarafından korktuğu odalara kapatılır. Hayat Jane’e her defasında konumunu hatırlatır adeta ancak Jane her şeyi karşısına almaya ve her ne kadar zorlansa da makus talihini yıkmaya kararlıdır.
Lowood, Jane için yeni bir umuttur. Her ne kadar okul müdürü bay Brocklehurst’ün kendisini yalancı olarak tanıtmasıyla macerası buruk başlasa da müdürün kimse tarafından sevilmediğini ve kimsenin onu dikkate almadığını öğrenince küçük kızın yüreğine su serpilir. Bu okulda birçok zorlukla karşılaşan Jane, arkadaşı Helen Burns’ten sabrı ve affediciliği öğrenirken bir yandan da hayatına adeta bir annenin sevgisiyle giren Bayan Temple ile tanışır.
Lowood okulu, bizlere dinin suistimal edilmesini en açık şekilde anlatır. Şık kıyafetlerle gezen Bay Brocklehurst ve ailesi ile onları izleyen kalitesiz kumaşlardan yapılmış üniformalarını giyen öğrenciler en belirgin kontrasttır belki de buna yönelik. Lowood’da geçen dönem, öğrencilere karşı gösterilen şiddete, yolsuzluğa ve dini suistimale ayna tutar, yoksul öğrencilerin maruz kaldıkları salgınlar, açlık ve istismar hiçbir detay atlanılmadan anlatır.
Roman, kahramanımızın hayatında belki de en önemli yer olan Thornfield Malikanesine geldiğinde karşımızda artık bir öğretmen olarak işini eline almış yetişkin bir Jane vardır. Bu malikanede görevi, Bay Rochester’ın kızı Adele’e ders vermektir. Fransız bir anneden doğma ve Fransa’da yetişen Adele’in İngilizce öğrenmesi gibi başlıca dersleri artık Jane’in yönetimi altındadır lakin sorun şuradadır ki, bağımsız bir kadın olmasına rağmen öğretmenlerin konumu yüzünden Jane hala üst sınıflar tarafından aşağılanmaktadır.
Thornfield Malikanesi bize Bay Rochester ve Jane’in sınıflararası ilişkisini de sunar bu sebepten ötürü. Entelektüel olarak eşit seviyede olan bu iki insanın bir araya gelip eşit seviyede konuşmaları bile Charlotte Brontë’nin başlı başına bir eleştirisi, bir başkaldırısıdır Viktorya döneminin sıkı normlarına karşı. Bu malikanede, sosyal sınıfı yüzünden Jane’in uğradığı hakaretleri, konumu yüzünden kendisine atfedilen önyargıları kırma çabasını ve gelişen olaylara karşı hayatta kalma çabasını görürüz
Elizabeth Gaskell

1810 yılında Londra’da dünyaya gözlerini açan Elizabeth Cleghorn Gaskell, Viktorya edebiyatında önemli bir yere sahip roman ve kısa hikâye yazarıdır. Kendisi aynı zamanda Charlotte Brontë’nin hayatını kaleme alan ilk kişidir.
Gaskell Üniteryen Kilisesi Rahibi bir babanın kızıdır. Annesini genç yaşta kaybeden yazar teyzesi tarafından yetiştirilir ve tıpkı babası gibi Üniteryen Kilisesi Rahibi olan William Gaskell’la evlenip Manchester’a yerleşir. Yazarın hayatının dönüm noktalarından biri olarak yorumlayabiliriz belki de bu endüstri şehrine yerleşmesini, zira kendisi orta yaşlarında başlayan edebiyat kariyerine Manchester’ı konu alan Mary Barton romanıyla adım atmıştır. Son derece başarılı olan romanın Charles Dickens’ın övgüsünü kazandığını söylemeden geçmeyelim!
1865 yılında Hampshire ilinde vefat eden Elizabeth Cleghorn Gaskell, sınıfsal sıkıntıları romantizmle harmanladığı nasihat dolu romanları, yakın arkadaşı Charlotte Brontë’nin biyografisiyle Viktorya edebiyatına adını yazdırır.
Kuzey ve Güney

Hikâyemiz kuzeyine ve güneyine apayrı bakılan İngiltere’nin güney kentlerinden Helstone’da başlar. Rahip bir baba, ev hanımı bir anne ve kızları Margaret’ten oluşan Hale ailesinin yaşayışının, Bay Hale’in rahipliği bırakmasıyla aniden yön değiştirmesinin öyküsüdür aslında romanımız.
Tatlı bir güney kasabasından, fabrikalarla çevrelenmiş Darkshire’a taşınan ailenin yaşantısı artık sınıf çatışmasının tam ortasındadır. Kahramanımız Margaret burada zengin bir fabrikatör olan Bay Thornton’dan, sendika işçilerinden Nicholas Higgins’e kadar pek çok ilişki kurar ve bu macerasında grevlerden şık akşam yemeklerine dek her şeye tanık olur. Margaret’ın bu ikilemde amacı orta yolu bulabilmek ve kimsenin zarar görmeden herkes için güvenilir çalışma ortamı hazırlamaya çalışmaktır.
Elizabeth Gaskell, Kuzey ve Güney romanında bize coğrafi farklılıklardan doğan ve yüzyıllardır süregelen önyargıları, güvensiz şartlarda çalışan işçilerin yaşadığı finansal sorunlarla sağlık sorunlarını, üst sınıfın bu sıkıntılara karşı körlüğünü anlatır. Bunu yaparken usta yazar, Kuzey İngiltere’de konuşulan aksanlara kadar işler gerçekliği. Pamuk fabrikasında çalışmaktan ciğerleri hasta olmuş Bessy, sendika işçisi babası Nicholas Higgins, çocuklarının sayısı ve eşinin hastalığından dolayı finansal sıkıntılar içinde boğuşan Boucher karakterleri bize yoksulluğun acı resmini çizer.
Sınıfsal mücadeleleri, yoksulluğu, hastalıkları gerçekçi anlatımıyla 19. yüzyıl İngiltere’sini bize tüm açık seçikliği ile anlatan eser aynı zamanda gönlümüze hitap eden de bir aşk hikâyesidir. Bu aşk, birçok yönüyle toplum normlarından sıyrılmış ve sadece iki kişinin mutluluğuna değil, birçok işçinin de mutluluk kaynağı olmayı başarmış, sert görünen yürekleri yumuşatmıştır.
Kaynakça:
Encyclopædia Britannica, inc. (2025b, February 14). Charlotte Brontë. Encyclopædia Britannica. web
Encyclopædia Britannica, inc. (2025c, March 9). Charles Dickens. Encyclopædia Britannica. web
Encyclopædia Britannica, inc. (n.d.). Elizabeth Cleghorn Gaskell. Encyclopædia Britannica. web


