Yazarı Adam Şenel (kimlik adıyla Alaeddin Şenel) olan, bizim topraklarımızda yazılmış ilk ütopya diye bahsedebileceğimiz Teleandregenos Ütopyasında Evlilik Hayatı, tabiri caizse ‘’kıyıda köşede’’ kalmış bir yapıt ne yazık ki.
Adam Şenel, bu yapıtı kaleme aldığı tarihlerde (1967) henüz toplumsal cinsiyet, aile kurumunun ikircikli yapısı, kadının ailede ve ataerkil toplumdaki yeri Türkiye’de üzerine ciltlerce tez yazılacak veya medyada, aktivist pankartlarında yer alacak ölçüde kitlelere hitap etmiyordu. Yirmi beş yaşında yazmış olduğu bu kitabın ilk baskısını yıllar sonra yapabildi.
Bir ütopya olarak başladığımız bu eserde olayların ironik bir hale getirilerek distopyaya evrildiğini görmemiz muhtemel. Yazarın yarattığı bu evrende her şey ürkütücü bir biçimde tanıdık geliyor okuyucuya.
Bireyin çatışmaları önce doğduğu evde, beraber büyümekte olduğu insanlarla başlıyor. Ailenin, çocuğunun kişisel sınırlarını her fırsatta ihlale kalkışması ve onu kendine ait fikirleri ve deneyimleri olan bir birey olarak tahayyül edemeyişinden ileri gelen bir düşmanlık ve zıtlaşma beliriyor. Yazar bu durumu şu cümlelerle özetliyor:
‘’Çocuklar, bir yandan kendilerini örseleyen bir yarışta sürükleyen ana babalarına karşı ilkel ve derin bir düşmanlık duygusuyla doluyorlar, öte yandan onlar olmadan yaşayamayacaklarını sezerek, onların ilgilerine ve sevgilerine gereksinimleri olduğunu kavrayarak, biraz da ana babaların kendilerini bırakacakları korkusuyla, onları deli gibi seviyorlar.’’ (İmge Yayınları, 2003)
Tıpkı bu alıntıda bahsedildiği gibi aile içindeki bu ikili yoğun duygular karmaşıklığa ve bireylerin ilişkide örselenmesine yol açıyor. Bu yolla doğrudan veya dolaylı olarak önce kişilere sirayet eden bu zedelenme daha sonra toplumun tüm kollarına yayılarak eksik veya yaralı bir gelişime neden oluyor.
Metaforların perdesini araladığımızda (kordonlu doğup senelerce bu şekilde yaşayan çocuklar) bireyin çocukluk çağından gelişimine ve hatta daha sonrasına değin bir alıkoyulma halinde yaşadığının ve hiçbir zaman eylemlerinde özgürlüğe ulaşamadığının vurgusu sık sık yapılır. Toplum, Sartre’ın felsefesinde bahsettiği konumdadır eserde. Tıpkı tedavisi olmayan bir hastalık gibi.
Sorumlulukların, kabul edilmenin getirisi olmasısının yanı sıra peşine taktığı tükenmek bilmeyen bir suçluluk duygusuyla kişinin dünyasında büyük deformasyonlara sebebiyet verir.
Ataerkil toplumun kadını konumlandırdığı noktada prangalı bir ‘’sevgi’’ söz konusudur. Yazar bu durumu ‘’Erkek Amaç, Dişi Araç’’ başlığıyla özetler. Kadınların toplum içinde daima etiketlenmesi ve hüküm altında olması sakat ve sorunlu ilişkilerin yapı taşıdır en nihayetinde. Virginia Woolf’un bahsettiği ‘’kendine ait bir oda’’ kavramını ele alırsak, kendine ait bir odası, zihninde kendiyle savaşmadığı bir dünyası olamayan bireyler birbirlerinin yaşamlarında sağlıksız ilişkilere neden olmaya mecburdur. Birey olabilmenin şartlarını karşılayamadığımız ve bunun yükünü omuzlayamadığımız takdirde eksik hissetmeye ve mutsuzluğa mahkumuz. Yazarın şu alıntısıyla bitirelim bu incelemeyi:
‘’Bir insanın sevdikleriyle birlikte olmaktan ne kadar hoşlanırsa hoşlansın; gene de bir başkasıyla paylaşmak zorunda olmadığı bir boş zamanı, bir başkasıyla uzlaşmak zorunda kalmadan yapabileceği işleri olmalı.’’
Kendimize ait odamızı zihnimizde kurabilme cesaretini bulabilmek dileğiyle, keyifli okumalar.