“Bir kadını öldürdükten sonra ne yapmanız gerektiğine gelince. Oturup ağlayın. Acziyetinize. Ve yaradana dua edin. Bir an önce sizin canınızı alsın, alsın da, bir can almanın ne olduğunu anlayın diye.”
Bugün itibariyle henüz gireli 5 ay olmuş 2021 yılında, 154 kadın öldürüldü. 154 kadın erkeklerin baskısına, zulmüne, toplumun eril baskısına karşı direnç gösterdiği için yaşama hakkı elinden alındı. Eril hegamonyasına bir şekilde karşı çıkan kadınlar; kıskançlık adı altında bir aşağılık psikolojisinin önünde can verdiler.
İsimlerini duyduğumuz ancak hayatları hakkında tek bir fikir sahibi olmadığımız kadınları ise hep konuştuk. Yaşantıları, giyinişleri, makyajları, insanlarla iletişimi konusunda sahip olduğumuz fikirleri ise bir kısmın ‘öldürülmesi’ni haklı görürken, bir kısım ise bu olgular üzerinden kadınları savundu. Gerçeği ise görecek, duyacak vaktimizin olmadığı, 154 kadının yaşamına son verildiği bu 5 ayda, diğer kadınlar ise korkunun esiri olmadan, sessizliğin sesi oldular. Bu ses bazen bir çığlık bazen bir müzik bazen ise bir kitap oldu.
İşte, korkunun esiri olan kadınları failler üzerinden anlatan kitabın yazarı Hatice Meryem. Kadınları öldüren karakterlerin, cinayet işlemesinden öncesi, anı ve sonrası olarak kurguladığı on iki öyküyü okurken kadın cinayetlerini işleyen failler üzerinden okuyorsunuz.
Kitapta; kravat taktığı için iyi hâl indirimi alan; annesinin, gelininin, sokaktan geçen kadının bedeninde kendine hak iddia eden adamlar yer alıyor. Yani Hatice Meryem, her gün haberini duyduğumuz kadınların ‘evine’ giriyor. Bu hikâyeleri kurgularken, alışılmışın dışına çıkıyor ve öyküleri ‘kadınlar’ üzerinden değil cinayeti işleyen ‘erkekler’ üzerinden kurguluyor.
“Bir kadını neresinden başlanırsa başlansın kolayca öldürebileceğini gördüm. kolundan budundan, gelmişinden geçmişinden, şakasından gülüşünden, batılı yaşam tarzını örnek aldığından, bakire(!) olmadığından, radyoda tüm sevenlere ve sevilenlere anonsuyla bir şarkı istettiği için, sinemaya gittiği için, pantolon giydiği için, dondurmayı yalayarak yediği için, kaşından, gözünden, bakışından…”
Öykülerde erkekler kendilerini haklı görmüyor veya siz kitabı okurken yanılmıyorsunuz. Bu kitap, bir kesimi savunan veya anlamamız için yazılan bir kitap değil. Aksine her öykünün sonunda bir kadın öldürülürken, bu hakkı kendinde bulunan cinayet faillerinin zihnini okuyor ve sayfaların içerisine girip kadınları kurtarmak istiyorsunuz.
O kadar sağlam kurulmuş, niteliği ağır bir kitap ki, her öykünün sonunda derin ‘nefes’ almanız gerekiyor. Öyküleri okurken irkiliyor ve öykülerin gerçek olduğunu, bu zihin yapısında olan erkeklerin çok yakınımızda olduğunu düşündükçe, kitabı kapatamıyorsunuz. Kitap, 84 sayfa olmasına rağmen her öykünün sonunda kelimelerin altında eziliyorsunuz.
Öykülerin içindeki muzip sayılabilecek kinayeler ise alt kurguda kadın cinayetlerinin politik olduğunu bizlere anlatıyor. Bundan dolayı kitabın içerisinde cinayetlere ‘kadın’ değil ‘erkek cinayeti’ dememiz gerektiği ile fikir sunuyor yazar. On iki öyküde de erkeklerin bir ‘katil’ olduğunu zihinlere yerleştiriyor. Kadınları kesen, boğan, taciz etmeye çalışan, psikolojik üstünlük kurmaya çalışan erkekleri okudukça onların ‘can alan’ bir katil olduğunu kitap yüzünüze vuruyor. Hem de erkekleri suçlayan hiçbir karakter olmadan yapıyor bunu.
Yine de kitabı ‘yanlı’ bir bakış açısıyla yazıldığı gibi yanlış bir düşünceye giren okuyucular için yazar, kitabın sonunda ‘Ben Bu Kitabı Niçin Yazdım’ adlı bir yazıyla karşılıyor bizi.
“Ben bu kitabı yarın öldürülecek bir kadınmışım gibi son nefesimle yazdım. Ben bu kitabı yarın bir kadın daha öldürülmesin diye yazdım. Ben bu kitabı toplumsal duyarlılığa mütevazi bir katkı sormak için yazdım….Bu cinayetleri kanıksamayalım diye, ölen kadınların son çığlıkları kulaklarımızda kalsın diye, annesiz büyümek zorunda kalan çocuklar çoğalmasın diye yazdım.”
Her birimiz bir kadının çıkaramadığı ses olmak zorundayız. Bazen bir müzikle, bazen bir konuşmayla bazen de bir kitapla…
İyi Okumalar!