Türk edebiyatının en özgün kalemlerinden Tezer Özlü; çağdaş Türkçe yazınındaki yerini, yaşama uğraşı ve yazı serüvenini büyük bir incelikle buluşturarak belirleyen, yapıtlarında içkin yaşamıyla okurunun yaşamına da eklemlenen bir yazardır. Acıları, yalnızlığı, birey üzerindeki her türden baskının altını oyan tavrı; yaşam, ölüm ve acı karşısındaki tüm maskelerden ve dirençlerden soyunmuş çırılçıplak varlığı; anlatılamayana, mahreme, gizli saklıya kapı aralayan yazını ile Tezer Özlü’nün ölümün ötesinde dahi çoğalan bir yanı vardır.
Tezer Özlü’nün Kafka‘yla yabancılaşma ile başkaldırı olgusu, Svevo ve Pavese‘yle ise ölüm ile intihar olgusu etrafında buluştuğu ifade edilebilir. Kafka’nın Dönüşüm’ünde sömürgeci düzene karşı Gregor Samsa karakteri, toplumsal ve bireysel yabancılaşmanın sembolü olurken Svevo’nun Una Vita, Pavese’nin Yaşama Uğraşı’nda vurgulanan ölüm olgusu, Tezer Özlü’nün bu yazarlarla ilişkisini kuran bağlamlardır. Yazar, ilk eserlerinde bunaltı hissini, iletişimsizlik ve yalnızlık temalarını işlemiştir. Onun için modern insanın en büyük sıkıntısı iletişimsizlik ve yalnızlıktır.
Tezer Özlü’nün Yaşamı
Tezer Özlü, 10 Eylül 1942 yılında Kütahya’da dünyaya gelmiştir. Öğretmen bir anne ve babanın -Nimet Özlü ve Sabih Özlü- üçüncü çocuğu olan Tezer’in ablası Sezer Duru ve ağabeyi Demir Özlü’dür. İlkokula Bolu’nun Gerede ilçesine taşındıktan sonra 1950 yılında başlamıştır. Daha sonra İstanbul’a taşınan Özlü ailesi, Tezer’i Avusturya Kız Lisesi St. Georg’a yazdırmıştır. Lise yıllarında klasiklerden pek çok eserle tanışmış; Dostoyevski, Çehov, Tolstoy, Gogol, Steinbeck, Hemingway, Lagerlöf, Camus, Rilke, Hölderlin, Goethe, Schiller gibi isimleri ve çağdaş Türk yazar ve şairleri okumuştur. 1961 yılında yurt dışına çıkan Tezer Özlü, 1962-1963 yılları arasında otostopla Avrupayı gezmiştir. Paris’te tiyatrocu yazar Güner Sümer ile tanışmış ve 1964 yılında evlenmiştir. Tezer Özlü, geçirdiği rahatsızlık nedeniyle kesintili olarak 1967-1972 yılları arasında İstanbul’da farklı hastanelerin psikiyatri kliniklerinde kalmıştır. 1986’da Zürih’e döndükten sonra kanser hastalığının ilk belirtilerini hissetmeye başlamıştır. 18 Şubat 1986’da tedavi görmeyi kabul etmediği göğüs kanseri nedeniyle vefat etmiş, 25 Şubat’ta da Aşiyan mezarlığına defnedilmiştir. Kırk dört yaşında, Zürih’te yaşama veda ettiğinde geride Eski Bahçe (1978), Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980) ve Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984) yapıtları kalmıştı.
Özlü, eserlerinde bizzat kendisini odak noktası yaparak doğallığı ve içten bir anlatımı yakalamıştır. Öyle ki okur kaygısı duymadan, kuramsal öğretilere yahut edebî kurallara bağlı kalmadan, siyasi bir yön takip etmeden dilediğince ve sınırsızca yazdığı eserlerin dilinin akıcılığı da eserlerinin öznesi konumunda olmasından kaynaklanmaktadır. Tezer Özlü, yaşamı boyunca yozlaşmış geleneklere, kalıplaşmış toplumsal düzene karşı çıkmış, kendi ifadesiyle, “toplumun oluşumunda en çok bireyin varlığa önem veren bir bireyci” olmayı tercih etmiştir. Yazarın başkaldıran karakteri, gerek özel yaşantısında gerek edebî anlayışında kendini ortaya koymaktadır.
Yabancılaşma Kavramı ve 20.Yüzyıl Edebi Eserlerinde Yabancılaşma Olgusu
Yabancılaşma kavramı geçmişten günümüze kadar çeşitli alanlarda görülen çok yönlü bir kavramdır. William Barrett‘ın ifadesiyle insandaki yabancılaşma duygusu, bürokratikleşmiş ve gayr-i şahsi toplumun orta kesiminde daha da yoğunlaşmış bir şekilde görülmektedir. Kişi söz konusu sosyalite gerçekliğinde kendini, kendi insanî toplumu içerisinde bile bir yabancı gibi hissetmeye başlamıştır. Sanayileşmenin zirveye çıktığı, insanın yalnızca iş gücü, asker gücü sağlayan mekanik bir aksam olarak algılandığı dönemler insanlık için bunalım çağı olmuştur.
İçinde yaşanılan zamanda gerçekleşen olaylar, bilimdeki gelişmeler, yaşanan büyük devrimler, yıkımlar, savaşlar, teknolojik gelişmeler insanı etkilediği gibi dönemin sanat anlayışında da kendini gösterir. Edebiyat alanında da kendisine antik dönemden itibaren yer bulan yabancılaşma, başat figürlerini modern dönemde ortaya koyar. Yabancılaşmış kişi kendisiyle ya da ötekilerle temas halinde değildir, kendisiyle ve dünyayla üretken bir ilişki kuramaz. Ayrıca bu yeni birey toplumun örgütleniş tarzı ve dayatılan yaşam biçimi karşısında eleştirelliğini yitirmekte, sistemin etkinliği karşısında bilinci körelmektedir. Modern sanayinin ve tüketim toplumunun insana getirisi, gerçek gereksinimlerinin yerini yapay gereksinimler almış, toplumsal yapı karşısında eleştirelliğini yitirerek ona boyun eğmiş, yabancılaşmış, “tek boyutlu insan”dır. Yirminci yüzyıl kurmaca metinlerde bu karakterlerle sıklıkla karşılaşılır.
Asıl karakterini modern dünyanın yapılanması içinde kazanan yabancılaşma, modern edebiyatın esas temalarından birini oluşturmuştur. Yıldız Ecevit, Edebiyatta Yabancılaşma ve Yabancılaştırma adlı denemesinde bu durumu şu şekilde izah eder: “İnsanın yabancılaşması çağcıl edebiyatın ana sorunsalıdır. 20. Yüzyıl edebiyatı çok katmanlı bir yabancılaşmalar evrenini resimler bize; insan-toplum, insan-doğa, insan-tinsellik arasında yaşanan bu kopuşu ya da ruh- madde, akıl-duygu boyutları arasında oluşan aşılmaz “yabancılaşma” uçurumunu metnin ana izleğini yapar.”
Tezer Özlü’nün Yaşamında ve Edebiyatında Yabancılaşma
Ertan Engin’in kaleme aldığı “Bir Yazarın İzinde: Tezer Özlü” makalede Engin, Tezer Özlü’nün eserlerindeki üç ana izlekten bahseder: Çocukluk/ Yabancılaşma, Ölüm ve Başkaldırı. Özlü’nün yabancılaşmasının kökenini çocukluğuna dayandırır ve bu yabancılaşmanın yaşanan mekâna uyum sağlayamama şeklinde devam ettiğini belirtir. Dolayısıyla Özlü yaşadığı, gittiği hiçbir mekânla duygusal bağ kuramamaktadır. Ertan Engin, bu benimseyememe hâlini, Özlü’nün “kişilik oluşumundaki normal süreçten sapma” şeklinde açıklar. Tüm bu etkilerin Özlü’yü daha da yabancılaştırdığını belirtir, “kendisi için mesele kabul ettiği şeylerin başkalarının hayatında küçük bir yer bile işgal etmediğini gören Özlü’nün daha da yalnızlaştığını” da vurgulayarak Tezer Özlü edebiyatındaki yabancılaşma ve başkaldırı izleklerini aydınlatmıştır.
Tezer Özlü edebiyatındaki yabancılaşma izleğine dikkat çeken bir diğer makale ise Funda Emer Kızıler’ın “Tezer Özlü’nün Zaman Dışı Yaşam Adlı Senaryosunda Geçen Tren Yolculuğunda Kültürlerarası Karşılaşmalar”dır. Funda Emer, Zaman Dışı Yaşam’da “kendine ve dünyadaki her şeye karşı duyduğu yoğun bir yabancılaşma duygusuyla boğuşan” bir ana karakterin varlığından söz eder. Karakterin yolculuğu boyunca birçok farklı kültürle karşılaşması Zaman Dışı Yaşam’ı kültürlerarasılık kavramıyla birlikte incelemeye müsait hâle getirmiştir. Bunun yanı sıra ana-kahramanın değişik kültürel ortamlardaki duruşu makaleyi yabancılaşma kavramını açıklayan veriler bakımından da önemli kılar.
Tezer Özlü edebiyatındaki yabancılaşma eğilimi kimi yazarların da dikkatini çeker. Sözgelimi Fatih Özgüven, Tezer Özlü yaşasaydı sonraki eserlerinde yabancılaşma kavramını işlerdi, yorumunda bulunmuştur. Özlü’nün edebiyatında yabancılaşma pek çok alanda kendini gösterir. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde aile birliğine karşı duyulan yabancılaşma dikkat çekerken Kalanlar’da öznenin kendi diline duyduğu yabancılaşma daha ön plana çıkar.
Çocukluğun Soğuk Geceleri
1980 yılında yayımlanan Çocukluğun Soğuk Geceleri, Tezer Özlü’nün yaşamından kesitler sunan otobiyografik bir romandır. Tarihi- siyasi olayların getirdiği bunalımlar, kuşağa tam olarak dâhil olamamak, bireysel başkaldırıyı da sunan romanda bireyin yabancılaşması çocukluktan başlayarak gençlik yıllarına dek süren uzun bir serüvenle anlatılmaktadır. Kendisinin de belirttiği gibi, yazar burada genç bir kızın hayatta karşılaştığı “şok”u ele almıştır. Toplumsal baskı, kuralların sınırları içerisinde bunalım yaşayan anlatıcı, bu bunalımlar içerisinde özgürlüğünü aramaya, çevresinden kaçmaya başlar. Romanda, ana karakter gerek toplumsal yabancılaşmayı gerekse sürekli olarak yaşamla ölüm arasında, huzurla manik-depresif rahatsızlığı içinde kendi yaşamına yabancılaşmayı, romanın başlangıcında verilen on bir yaşındaki halinden yetişkinlik döneminin son zamanlarına dek ileri düzeyde yaşamaktadır. Karakter, mücadele verdiği yabancılaşma olgusuna karşı kendi bilinciyle ürettiği çözümler peşinden gitmeyi tercih etmektedir.
Romanda önemli bir yer eden yabancılaşma olgusunun Martin Heidegger’ın felsefesinde “das man” diye nitelendirdiği “onlar” kavramıyla, bireyin hem kendine hem de topluma yabancılaşmasını ifade ettiği söylenebilir, bu kavram toplumun ötekileştirdiği bireyin, kendine yabancılaşmasına da sebep oluşunun bir nevi karşılığıdır. Romanda ana karakter “onlar” sebebiyle önce topluma yabancılaşarak “gitmek-kaçmak” arzusunu duymuş; daha sonra kendine de yabancılaşarak kendini “öldürmek” arzusuyla baş başa kalmış ve intihar teşebbüsünde bulunmuştur. Fakat yine “onlar”, ana karakteri ölümden kurtararak akıl hastanesinde tedavi adı altında adeta işkenceyle –elektroşokla- içinde bulunduğu bunaltılı ruh hâlinden çıkarmaya çalışmışlardır. Netice itibarıyla da “onlar” hiçbir sûrette “tedavi”yle bile ana karaktere olumlu bir etkide bulunamamışlardır.
Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri adlı romanı “Ev” bölümüyle açılır ve ev, anlatıcının yaşamı boyunca karşılaştığı bütün problemlerin kaynağı olarak karşımıza çıkar. O, evi sıkı ağlarla örülmüş bir hapishane olarak görür ve ne kadar gitmek istemese de bu evlerden kurtulamaz. Bakıldığında evin yabancılaştırdığı bir karakterden ziyade yabancı biridir; onda mevcut olan şey sadece eve uyum sağlayamamak değil aynı zamanda topluma ait olana da uyum sağlayamayan anomik bir karakter olmasıdır. İşte bu anomi hali, anlatıcı-karakterin ruh halinin bir özetidir; o, yaşadığı toplumun normlarına ayak uyduramayan bir yabancıdır. Bu noktada anlatıcının yaşadıkları anlam kazanır; zira birçok insan için mutluluk yuvası olan ev, onun için kaçılması gereken yer olmuştur. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde evin fiziki şartlarının üzerinden topluma karşı yapılan bir isyan söz konusudur.
Romanın ikinci bölümü olan “Okul ve Okul Yolu”nda ana karakter, okuduğu yabancı okulun muhitini anlatırken iki farklı dinin zıtlıklarını yaşamasını ve kendi bakış açısıyla toplumsal yabancılaşmanın ne dereceye ulaştığını ortaya koymaktadır. Ona göre bu yabancılaşma; eski mimari yapılarla, karanlık sokaklarla, Erkek Lisesindeki papazlar ve Kız Lisesindeki rahibelerle Orta Avrupa havasını ve Orta Çağ zamanını yansıtmaktadır. Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde kahraman anlatıcı, Fatih’te müslüman bir mahallede yaşamını idame ettirirken Hristiyan temelli Katolik okulda okumanın ikileminde bir “kültür şoku” yaşamaktadır. Bu okulda yaşam adeta yabancı bir kavram gibi soyut biçimde öğretilmeye çalışılan bir şeydir. Ana karakter; okulunun bu yanlış eğitimi neticesinde varoluşsal belirsizliğe düştüğünü, yabancılaşma sorununu benliğinde hissettiğini yazar. Evde hissettiği bunalım duygusu okulda da sürer; kendisini ne eve ne de okula yakın bulur. Öyle ki okul, evdeki yaşamın bir devamıdır ve bu nedenle hem evi hem de okulu reddeder. Bu reddetmede mekanikleşmiş olana karşı tutulan bir taraf vardır.
Bu keşmekeşin içinde ölüm düşüncesi genç yaşında gelip onu bulur. “Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur yaşanmasa da.” Anlatıcıya göre yaşam çevrenin müdaheleleriyle dolu bir arenadır. Her yer onu kısıtlayan nesneler ve kişilerle doludur, o içinde bulunduğu veya içine düştüğü bu dünyada bir yabancıdır. Karakter, İstanbul’un yaşadığı toplumsal yabancılaşmayı yahut yozlaşmayı eleştirel bir dille eserde yansıtmaktadır. Ona göre kültürel yaşamın bozuk düzenle köreltildiği bu kentte her şey değişmektedir. Yapılan her bir yeni yapı yozlaşmış kültürü bağırmaktadır, bu yozlaşmış yapıyı ortaya çıkaran en başta “korkunç” mimari yapılar ve her şeyden maddî kâr elde etmek zihniyetinin hâkimiyetidir.
Anlatıcı-karakterin evin fiziki şartlarının dışında bir karşı figür daha vardır: baba. Roman babanın düdüğünü öttürüp bağırmasıyla başlar, baba eski bir beden eğitimi öğretmeninden çok eski bir asker gibi davranır. Bu otoriter tavır bizlere babanın minimal ölçekte iktidarın evdeki yansıması olduğunu gösterir. Zira baba, yalnızca düdük çalıp çocuklarını askeri düzende uyandırmakla kalmaz; iktidar sembollerinin hepsini küçük eve de taşır. Anlatıcı-karakterle babanın yaşadığı çatışma, karakterin yaşadığı topluma yabancılaşmasıyla sonuçlanmaktadır. Son durumda babanın evde kurmuş olduğu iktidar, anlatıcı-karakteri öteler ve yaşamın -evin- dışına atar; bu koşulda anlatıcı yapılması gerekenin yeniden boş bir alan bulup oraya yerleşmek olduğunu düşünür. Bunu da evlenerek yeni bir evde arar.
“Çıkmaz sokağa ve öğretmen ana babaya da dönmek istemiyorum. Benimle evlenmek isteyen ağabeyimin arkadaşlarından biri var. Seviyor beni. Eve dönmemek için ona gideceğim. Plaklarım, kitaplarım olur. İstediğimi okurum, istediğim zaman yatarım, istediğim zaman evden çıkarım. Yalnız geceler de biter. Çocukluğun soğuk geceleri de.”
Baba evinde yaşadığı günleri soğuk geceler olarak adlandırır, bunu yalnızca fiziksel soğukluğa bağlamak yanlış olur kendisini evin içinde geceleri yalnız hissetmesine de bağlı bir durumdur bu. “Geceleri anneme sokulunca hem soğuktan korunuyorum, hem de yalnızlıktan.” O, evden kaçmak, kurtulmak için her şeyi yapabilecek noktadadır, intihar ya da sevmediği bir adamla evlenmek dahil; ikisini de yapar, ancak evden ve evlerden kaçamaz. Yaşadığı toplumda ev küçük bir baskı alanıdır; bu baskı alanından kurtulmak olanaksızdır. Öznenin kendi ailesi tarafından anlaşılamaması, kişinin en yakını olan bireylerle duygu birliği sağlayamaması yabancılaşmayı tetiklemiştir. Aileden başlayarak topluma, insanlığa yayılan bu yabancılaşma Özlü’nün eserlerine farklı şekillerde karşımıza çıkar. “Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan birbaşınalığın çaresizliğini.”
Özlü, yabancılaşmış bireyin toplum içerisindeki yerini romanın anlatıcı karakteri intihar ve ruhsal sorunların sebep olduğu tecrit ve klinik ortamında yaşananlarla da okura sunar. Tezer Özlü’de, yalnızlığın bireyi kuşattığı zaman ve mekânda, birey topluma ve kendine yabancılaşırken dış dünyaya muhalif bir kimlikle yaklaşmakta, eleştirel bir bakış açısıyla özellikle kendi haricindeki dış dünyaya yaklaşmaktadır. Umutsuzluğun, karamsarlığın, hiçliğin temel bir duygu durumu olarak hissedilmesiyle birey intiharı ve gitmeyi düşünmektedir. İntihar, varlık meselesi ile birlikte Özlü’de dikkate değer noktada yer almaktadır. İntiharın, geri planda kaldığı noktalarda ise “gitme‟ hem bir kaçış, istek hem de bir eylem olarak yabancılaşmanın sonucu olarak görülmektedir.
Yaşamın Ucuna Yolculuk
Tezer Özlü‟nün 1983 yılında “Auf den Spuren eines Selbsmords” (Bir İntiharın İzinde) adlı eseri ilk olarak Almanca yayımlanmıştır. Eser yayımlandığı yıl, Almanya‟da Marburg Edebiyat Ödülü‟nü kazanmıştır. Daha sonra 1984 yılında bu eser, Ferit Edgü‟nün verdiği tavsiye isim, “Yaşamın Ucuna Yolculuk” olarak Türkçe yayımlanmıştır. Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk eserinde artık duygularını masa başında ve hastane koridorlarında değil uzun süreli yolculuklarda anlatmaya başlamıştır. Bu eserde sevgili üç yazarının izinde kendi buhranlarını da anlatır. Hiçbir yere ait olmayan, yaşama gücünü yalnızca ölülerden alan yazar, bu anlatısında toplumsal değerlerin kendisi üzerinde getirdiği bunalımı, gerilimi,
kaçışını anlatarak yabancılaşmış birey olur, kendi ve kendi gibilerinin dünyalarını ve bu
dünyanın varlığından habersiz olan toplumun bencilliğini anlatmıştır.
Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta anlatıcı, kişinin iç dünyasına çekilerek, yalnızlaşarak topluma yabancılaştığını, iletişimsizliğiyle başkalarıyla ortak bir dile sahip olmayı reddettiğini vurgulamaktadır. Ona göre her insan, kendini dış dünyaya kapayan duvarlara sahiptir ve her insanın kendine ait, ötekilerden başkalaşmasına sebep olan bir “ben dili” vardır. Bu yüzden konuşulan dil, iletişim kurmak için değil; sadece kendini anlatabilmek, bir nevi kendi kendini onaylayabilmek işlevindedir. Yani insan, başkalarından tecrit edilmiş doğrularını dile getirmektir. Denebilir ki kişide “ben”in hâkimiyeti, bireysel bir dünya var ederek, toplumu kendiliğinden dışlayarak yabancılaşmayı esas kılmıştır. Romanda ana karakter toplum ile bireyin değer yargılarının çatışmasından doğan “toplumsal yabancılaşma”ya da dikkat çekmektedir.
Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eserini Cesare Pavese’den olan
alıntılara karşılık cevap vererek anlatısını oluşturur. Yazarın toplumla, içinde yaşadığı çevre ve kendisiyle arasındaki mesafenin giderek artması ile üst düzeye taşınan yabancılaşma duygusu eşyayla arasındaki ilişkiye de sirayet eder. Nitekim bireyin herkesten uzaklaşarak intihara ve ölüme yakınlık duyması da bu yabancılaşmanın ulaştığı düzeye işaret eder: “Yaşlandıkça insanlarla aramdaki uçurum büyüyor…”
Yaşantılar yaşanıp yok olmuş bir şeyler paylaştığı insanlar gitmiştir. Ona göre hayatın en önemli olgusu birine duyulan sevgi ve özlemdir. Ancak yaşamın gerçeği insanın uykuyu ararken yolda giyinirken okurken bir başına kaldığı, düşünürken sürekli bir yalnızlık içinde olduğudur. İnsan sıradan günlük hayatını sürdürürken eylemlerinde ve düşüncelerinde başka insanlar ile birlikteyken de çoğu zaman tek başınalığının çaresizliği içindedir. “Aynı gökyüzünün dünyanın tüm ülkelerini kapsamasına olanak var mı? Tüm yüzyılların, tüm özgürlüklerin, tüm savaşların, tüm cezaların, tüm haksızlıkların, tüm yiyeceklerin, tüm açlığın, tüm yoksulların ve acıların hâlâ var olduğu bugünün dünyasını aynı gökyüzünün bürümesine olanak var mı? Gece, az sonra Berlin’in yeni ve eski yapıları üzerine inecek. Bu gece, bazı yaşlı kadınlar evlerinde tek başına belki ölümü bulacak. Bazıları yarın bir parkta, bir ağaç gölgesinde bir başlarına oturup dondurma yiyecekler. Kavrayamadıkları dünyalarına yalnızlıklarının derinliğinden ya da bunamışlıklarının acısından bakacaklar.”
Özlü bu bölümde, Berlin’deki insanların kendine yabancı olmasından bahsetmektedir. İnsanın kendine yabancılaşması, diğer insanlar ile ortak düşüncelere sahip olamamasından kaynaklanmaktadır. İnsan toplumdaki benliği ile iç benliği arasında çatışma yaşar. Ona göre Berlin’deki insanlar dünyanın tüm kentlerindeki insanlardan daha yalnız ve kendine yabancıdır. Çünkü burada yaşayan insanların yaşamında, diğer insanlarla ortak yanlar olmadığı gerçeğini savunur. Acı ve özlem sözcüklerine değinmiş, bu kelimeler yalnızlık gibi yaşamdaki önemli ve çok büyük şeyleri ifade eden büyük sözcüklerdi. İnsan sevgisi sayesinde zaman zaman yalnızlıktan kurtulduğumuzu, zaman zaman ise insanların bizi yalnızlığa itelediğini, tek başına oluşumuzdan daha derin daha daha dayanılmaz boyutlara ulaştırdığına değinir.
Yabancılaşma ile ilgili olarak üç durum belirtilir. 1. Durum: kendine yabancılaşarak benliğinde hapsolma 2. Durum: topluma / başkalarına yabancılaşma, dışlanma ve yalnızlığı içinde hapsolma 3. Durum: bir mekân ifadesi olan ve gerçek yaşamda kapatılmışlığı ifade eden hapsolma şekli (hapishane- tımarhane). Bu üç durumda da görülen ortak özellik özgürlüğün kısıtlanışı, kişinin benliği toplumdan soyutlanması ve yabancılaşmasıdır. Özlü yabancılaşmanın, hapsolmanın üçüncü durumu olan bir yer ifadesi olan bir yere kapatılmışlık ve hapsolma şeklinden bahsetmektedir. Evin balkonunu bir hücreye benzetmekte ve Berlin sokaklarının pazar günlerinde olduğu gibi bırakılmış ve terk edilmiş hissettiğini dile getirir. Özlü’ye göre özü- ruhu bedenini terk etmiştir. Bu romanda, ruh ve bedenin birbirine yabancılaşması anlatılmıştır.
Tezer Özlü, bireyin iç dünyasını, duygu ve düşünce değişimlerini bazen bilinç akışıyla bazen iç monologlarla okurla arasına mesafe sokmadan yansıtır. Böylelikle okur, öznenin kendini var etme çabasına yakından tanıklık eder. Bu tanıklık süresince Özlü’nün karakterlerinin yavaş yavaş bir yabancılaşmaya sürüklendiğini görülür. Yabancılaşma önce ailede baş gösterir, daha sonra öznenin kendi anadiline yabancılaştığını vurgulanır derken yabancılaşma tüm insanlığa ve tüm kurumlara dağılır. Yoğun bir anlamlandırma çabasının sonucu yabancılaşmaya varmakta ve dolayısıyla tüm dikkatler yabancılaşmaya zemin hazırlayan anlamlandırma mücadelesinde toplanmaktadır.
Kaynaklar
- Özlü, T. Çocukluğun Soğuk Geceleri, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2018.
- Özlü, T. Yaşamın Ucuna Yolculuk, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2018.
- Yağan, A. (2017). Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri ve Franz Kafka’nın Dönüşüm romanlarında yabancılaşma, Yayımlanmış yüksek lisans tezi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Samsun.
- Yıldırım, N. (2018). Virginia Woolf’un Deniz Feneri ve Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eserlerinin varoluşçuluk temelinde karşılaştırılması, Yayımlanmış yüksek lisans tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Isparta.
- Erdem, M.Y (2019) Tezer Özlü ve Leyla Erbil’in romanlarında varoluşçuluk, Yayımlanmış yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul.
- Küçükşahin, G.. (2018) Tezer Özlü’nün eserlerinde yabancılaşma, Yayımlanmış yüksek lisans tezi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul.
- Bakhshıyev, O. (2018) Tezer Özlü’nün eserlerinde yabancılaşma,Yayımlanmış yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara.