Bu yazımızda uluslararası alanda yetiştirdiğimiz en ünlü soprano olan, diğer bir deyişle Batı operası dünyasının La Diva Turca‘sı, La Regina‘sı Leyla Gencer‘in hayatına, kariyerine ve tartışmalı ölümüne değineceğiz.

Gencer, 1928 yılında Polonezköy’de dünyaya geldi. Babası Safranbolu kökenli Müslüman bir ailenin oğlu, annesi ise Katolik bir Polonyalı. Bu sebeptendir ki ilerleyen yıllarda verdiği bir röportajda kendisini “Müslüman ve oryantal bir aileden geliyorum.” cümleleriyle ifade eder.
Yeşilköy İtalyan Okulu’nda okuduğu yıllarda “en iyi yazar” veya “en iyi tiyatrocu” olmak istiyordu fakat hayat ona sanatın farklı bir dalında efsane olmanın kapılarını açacaktı.
1950-58 yılları arasında henüz Türkiye’deki kariyerinin ilk dönemlerinde Gencer, Ankara Devlet Operası’nda devlet erkanına yapılan resitallerde en çok görev alan sanatçılardan biriydi. Bu dönemlerde kendisini izleyenler arasında ABD devlet başkanlarından Harry S. Truman, Yugoslavya’nın kurucusu Mareşal Tito, İran şahı Rıza Pehlivan, Ürdün kralı Hüseyin vardı.
İlk defa 1953 senesinde İtalya ile imzalanan Kültür Anlaşması ile kariyer kapılarını yurt dışına aralamış oldu ve aynı yıl Napoli Yaz Festivali‘nde başrol teklifi aldı.
La Trivata adlı ünlü eserdeki Violetta rolüyle ondan fazla ülkede rol alan sanatçı ismini ABD’de de duyurmaya başladı.
Fakat bu başarılar tutkulu bir sanatçı için yalnızca ilk adımlardı. Leyla Gencer her opera sanatçısı gibi Milano‘nun meşhur La Scala tiyatrosunda sahneye çıkmayı kendisine hedef koymuştu ki bu tutkusunu Fransız besteci Francis Paulenc‘in dünyada ilk defa sahnelenecek bir eserinde, bir prömiyerde başrol oynayarak gerçekleştirecekti.
Eserlere kendinden duygu katan bir yorumu vardı. Zaman içerisinde bu sebeple kendisiyle çalışan kişilerle sorun yaşadı ama kendini hep “Fakat bu benim yorumum!” diyerek savundu. Bu yorumu opera tarihine “Gencerate Tekniği” olarak geçecekti. Gencerate bir haykırış, bir çığlıktı. Gazeteci yazar Zeynep Oral İKSV Belgeseli’nde bu teknik için “Sese gözyaşlarının karışması.” yorumunu yapıyor.

1958’deki kontrat feshine kadar yurt dışındaki birçok sahnede “Ankara Devlet Sanatçısı” unvanıyla rol aldı ve akabinde Milano’ya yerleşti. Kariyeri için aslında 60’lı yıllarda zirveye ulaştı diyebiliriz çünkü kendisi unutulmuş birçok operanın sesi olmuştu.
Gencer, “Zirveye ulaştıktan sonra inişi kabul etmedim ve bıraktım.” demişti sahnelerden çekilmesi hakkında ve daha sonraki müzik hayatını La Scala Şan Akademisi‘nde yönetici ve eğitmen olarak sürdürdü. Bu süreçte ise İtalyan vatandaşı olmayı sürekli reddetti.
10 Mayıs 2010’da İtalya’da kalp yetmezliğinden hayatını kaybeden sanatçının cesedi vasiyeti üzerine yakıldı. Yine kendi vasiyeti üzerine külleri İstanbul’a getirildi ve Dolmabahçe’de yapılan büyük bir törenden sonra boğazın sularına döküldü.
Kendisi artık “Il Fiore di Bosforo” idi. Yani “Boğazın Çiçeği”.
Cenazesi Türkiye’ye getirilmişti çünkü kendisi meslektaş dostu Aydın Gün’ün ona yazdığı mektupta söylediği sözleri hiç unutmamıştı.
“.. ne yaparsak yapalım, nerede olursak olalım, biz bu topraklarda doğduk, bu topraklara karışacağız.”
İKSV’DEN Leyla Gencer Anısına Bir Belgesel: LEYLA GENCER: LA DIVA TURCA adlı belgeseli izlemenizi öneriyoruz.
Kaynakça:
İKSV Leyla Gencer Anısına Bir Belgesel: LEYLA GENCER: LA DIVA TURCA
https://www.iksv.org/