Peter Ackroyd’un Cinayet Sanatı adlı romanı, Londra’nın doğusunda bulunan Limehouse’da, “Golem” olarak adlandırılan acımasız bir katil tarafından işlenen bir dizi trajik cinayeti anlatıyor. Bu cinai roman sadece birkaç gizemli cinayeti anlatmakla kalmıyor aynı zamanda daha derin anlamlar ve göndermeler içeriyor. Üstü kapalı olarak da olsa toplum eleştirisi yapan bu roman, katil ve katilin barındığı şehir arasında ilişkiler kuruyor. Bu ilişkileri daha net anlayabilmek için romanın baş karakteri olan Elizabeth Cree’nin yaşantılarına, çocukluğunu geçirdiği dönemin koşullarına ve cinayetleri işlediği Londra’yı incelemek gerekiyor.
İlk olarak romanda karakterin kendi ağzından anlattıklarından yola çıkılarak çocukluğunu ne kadar zorluk ve sefalet dolu geçirdiği anlaşılıyor. Romanda ismi verilmeyen annesinin evlenmemiş bir kadın olması, anne-kız olarak Londralılar tarafından dışlanmalarına sebep oluyordu. Geçimlerini yelken dikerek sağlıyorlardı ki bu da ekonomik olarak zor durumda olduklarının bir göstergesiydi. Çocukluğunun sevgisizlik ve şefkatsizlikle dolu olması, Elizabeth’in acımasız bir katile dönüşmesindeki en geçerli sebepti ve cinayetlerinde geçmişinin etkileri hala görülüyordu. Annesinin ölümünden hemen sonra soluğu şehrin tiyatrosunda alıyor, orada belki de ilk defa kendini mutlu hissediyor ve o zamandan beri kendini sahne almaya adıyordu. Cinayeti bir şekilde sanatla ilişkilendirmesinin nedeni bu olabilir. Üstelik Elizabeth, her iyi sanat eserininde olması gerektiği gibi, cinayetlerinin de izleyicileri tarafından beğenilmesi gerektiğini düşünüyor. Cinayetleri işlerken Londra’yı sahne, Londralıları izleyici olarak benimsiyor.
İkinci olarak roman boyunca Londra kadar büyük, karanlık ve tehditkar bir şehirde insanların nasıl yaşadıkları anlatılıyor. Viktorya dönemi Londrasındaki Limehouse bölgesinin nasıl George Gissing gibi bir romancıyı, Dan Leno gibi bir komedyeni, Karl Marx gibi bir filozofu ve Golem gibi bir psikopatı aynı anda kucaklayabildiği gösteriliyor. Elizabeth kendisini Londra’nın kana susamış halkı için bir eğlence merkezi olarak görüyor ve bunda çok da haksız sayılmaz. Kocası adına yazdığı sahte günlükte, Londralıları memnun etmek için öldürdüğünü ve toplumun heyecanla bir sonraki cinayetin gerçekleşmesini beklediğini belirtiyor.
Kimsenin yetiştiği bölgenin coğrafi ve kültürel özelliklerinden kaçamıyor olması gibi, şehrin acımasız katili de büyüdüğü şehrin kanlı canlı bir kopyası adeta. Yazar romandaki katil gibi vahşi ve gözünü kırpmadan kötülük yapabilen insanları her ne kadar eleştirse de, bu tarz insanların toplum içinde çoğalmasının en büyük sebebinin şehir ve toplum olduğuna da değinmeden edemiyor. Bir bakıma bireyin hastalıklı hâlinin asıl sebebinin şehir yani toplum olduğunu söylüyor. Bunu ortaya koyan en belirgin özellik ise Ackroyd’un romanda Londra’nın ürkütücü ve kasvetli tasvirlerine ısrarla ve bolca yer vermesi.
Elizabeth’in davranışlarının bazı travmatik nedenleri olduğu roman boyunca ortada. Yukarıda anlatılan bu iki neden birleştiğinde Elizabeth korkunç bir insana dönüşüyor. Zihinsel problemleri olan Elizabeth, kentin kirliliğinden cesaret alıyor. Başka bir deyişle, Londra ona ihtiyacı olan ilhamı veriyor. Romanda şehir, katilin zihninde yaşayan canlı bir organizma olarak yansıtılıyor. Londra’nın korkunç, karanlık ve sisli atmosferi ile ün salmış olduğu bir dönemde, şehir sanki bu suçları işlemesini sağlıyor ve hatta, ışıksız sokaklarıyla cinayetin kolaylıkla işlenmesine yardımcı bile oluyor. Bir başka deyişle Londra zamanla “Golem” gibi bir canavar yaratıyor ve şimdi gösterinin tadını çıkarıyor.
Küçük Lizzie’nin büyüyüp bir caniye dönüşmesi kentin kötü ve acımasız koşullarının bir sonucudur. Peter Ackroyd’a göre, suçu işleyen birey ancak işlettiren toplumdur. Yine de şu soruyu sormadan edemiyoruz, suç bireysel midir yoksa toplumsal mı?
Bu noktada Cinayet Sanatı hâlen cevaplanamayan bu soruyu başka bir bakış açısıyla yorumluyor.