Kalabalığın içinde bazen hiçbir şeye ya da hiçbir yere ait hissedemediğiniz oldu mu? Herkesin aynı kurallara göre yaşadığı bir dünyada, sizin o kuralları anlamlandıramadığınız anlar… Albert Camus‘nün Yabancı romanının kahramanı Meursault, tam da bu yabancılaşmanın sembolü olarak karşımıza çıkar. Ne başkalarının duygularına ortak olur ne de toplumun ondan beklediği şekilde tepki verir. Onun hikâyesi, yalnız bir adamın değil; “uyum“un bedelini ödemek istemeyen herkesin hikâyesidir.
Toplumun Sessiz Anlaşması

Toplum, görünmez bir sözleşme üzerine kuruludur. Bu sözleşme, insanların nasıl davranması gerektiğini belirler: ne zaman üzülmeli, ne zaman sevinmeli, ne zaman yas tutmalı… Meursault, annesinin cenazesinde ağlamadığı için yargılanır. Aslında işlediği suç kadar, “üzülmesi gerektiği hâlde üzülmemesi” onu toplumdan dışlar. Camus burada sessiz bir gerçeği açığa çıkarır: Toplumun bir parçası olmak, bazen kendi duygularını bastırmak anlamına gelir.
Psikolog Erich Fromm’un “özgürlükten kaçış” kavramı da tam bu noktada önem kazanır. Fromm’a göre birey, toplumun beklentilerine uymayı seçerek özgürlüğünden vazgeçer çünkü uyum sağlamak, dışlanma korkusundan daha kolaydır. Meursault ise bu anlaşmayı reddeder. Toplumla çatışmasının nedeni kuralları yıkmak değil; onları içselleştirememektir.
Duygusal Uyuşma mı, Varoluşsal Direniş mi?

Meursault‘un duygusuzluğu sıkça, “soğukluk” olarak yorumlanır. Oysa bu bir tür duygusal uyuşma değil, varoluşsal bir direniştir. Camus’nün absürd felsefesi burada devreye girer. Ona göre hayatın anlamı yoktur ama insan, bu anlamsızlıkla yüzleştiğinde kendi anlamını yaratma gücünü bulabilir. Meursault, duygularını rol yapmadan yaşar, sevmediği birini “seviyorum” diyerek kandırmaz, yas tutmaz çünkü bu içinden gelmez.
Modern psikolojide bu tavır, otantik benlik kavramıyla ilişkilendirilebilir. Kişi, toplumun dayattığı kimlikleri değil; kendi içsel gerçekliğini yaşadığında otantiktir. Ayrıca bu otantiklik, çoğu zaman yalnızlığı beraberinde getirir. Meursault’un yalnızlığı da bu yüzdendir: “Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” sözleriyle başlayan roman, duyguların samimiyetini toplumsal beklentilerin ötesine taşır.
Yabancılaşmanın Psikolojisi

Yabancılaşma, bireyin kendisine ve çevresine yabancılaşmasıdır. Meursault’un yabancılaşması ise, çevresine olduğu kadar kendine de yönelir. Her şeyi izler ama tam olarak katılmaz. Günleri aynı sıradanlık içinde geçer; işe gider, yemek yer, denize girer. Fakat bütün bu eylemler, sanki başkasının hayatına aitmiş gibi yaşanır. Camus, bu hâli bir ilgisizlik olarak değil, varoluşun ağırlığıyla baş etme biçimi olarak anlatır.
Psikoloji literatüründe bu his, depersonalizasyon olarak adlandırılır. Kişi, sanki kendi bedeninden dışarı çıkmış gibi hisseder; gerçeklikle arasına bir perde iner. Meursault’un yaşadığı bu kopuş, işte bu psikolojik deneyime benzer bir varoluş hâlidir. Ancak, Meursault’un duyguları yüzeysellikten değil aşırı farkındalıktan doğan bir uyuşukluk taşır. O, dünyanın anlamsızlığını içgüdüsel olarak sezer, bu yüzden toplumun belirlediği heyecanlara ya da ritüellere tutunamaz. Marie’yle ilişkisi, olaylara bakışı, annesinin ölümü karşısındaki tepkisizliği, hepsi bu kopuşun yansımalarıdır. “Hiçbir şeyin gerçekten bir önemi yok.” derken, içindeki boşluğu değil, dünyanın kayıtsızlığını dile getirir.
Yargılanan Suç Değil, Uyumsuzluk

Romanın sonunda Meursault bir cinayet işler, ama asıl yargılanan onun suçu değil, “insan gibi davranmaması“dır. Toplum, onun duygusal farklılığını bir tehdit olarak görür. Savcının ve jürinin karşısında o, bir katilden çok bir “ahlak suçlusu“dur. Çünkü sistem, belirli koşullarda herkesin aynı şekilde tepki vermesini ve davranmasını ister.
Bu durum sosyal psikolojide normatif baskı olarak açıklanır: birey, kabul görmek için normlara uyar; uymayanlar ise dışlanır. Meursault’un mahkeme sahnesi, bu normatif baskının bir alegorisidir. Toplum, onun pişman olmamasını affedemez.
Yalnız Ama Özgür

Romanın sonlarında, vaktinin çoğunu hücresinde geçiren ve idamı bekleyen Meursault’un bu içsel uzaklığı bir tür kabullenişe dönüşür. O artık kendi yalnızlığının farkındadır ama bundan korkmaz. Toplumun dayattığı duygulara değil kendi doğrularına ve sessizliğine inanır. Camus, bu noktada insanın en çıplak hâlini gösterir: hiçbir şeye ait olamamanın huzursuzluğu ve aynı zamanda o hâlin içindeki özgürlük. Böylece Camus, Meursault’un trajedisini acı bir özgürlük hikâyesine dönüştürür. Kahraman, toplumun dışında kaldıkça kendi gerçeğine yaklaşır. Ölümle yüzleştiği anda bile, hayata ilk kez “evet” der:
“Kendimi dünyanın nazik kayıtsızlığına açtım.
Onu kendime ne kadar benziyor buldum – bir kardeş gibi.”
Bu cümle, insanın anlamsızlıkla barıştığında özgürleştiğini anlatır. Toplumdan kopmak, bazen “delilik” gibi görünse de; kendi varlığını duyumsamanın en gerçek yoludur. Günümüzün hız ve gösteri çağında, Meursault’un sessizliği bize şunu hatırlatır: Her şeyden kopmak, bazen kendine dönmenin tek yoludur.
Kaynakça:
Camus, Albert. Yabancı. Can Yayınları: İstanbul, 2021.
Fromm, Erich. Özgürlükten Kaçış Payel Yayınları: 2019.
Camus, Albert. Sisifos Söyleni. Can Yayınları: İstanbul, 2020.
Biricik, İbrahim. “Albert Camus’nün ‘Yabancı’ Romanında Kimlik ve Yabancılaşma Problemi.” Journal of Turkish Language and Literature, vol. 2, no. 3, Summer 2016, Erişim Tarihi: 13.10.25
APA Dictionary of Psychology, “Depersonalization”, American Psychological Association. Web. Erişim Tarihi: 13.10.25
Undrapsikoloji. “Otantik Olmak Ne Demektir?” Undra Psikoloji, 14 Mar. 2024. Web. Erişim Tarihi: 13.10.25
Öne Çıkarılan Görsel: gettyimages.com