“Ağrıdağının yamacında, dört bin iki yüz metrede bir göl vardır, adına Küp gölü derler. Göl bir harman yeri büyüklüğündedir. Çok derinlerdedir. Göl değil bir kuyu. Gölün dört bir yanı, yani kuyunun ağzı, fırdolayı kırmızı, keskin, bıçak ağzı gibi ışıltılı kayalarla çevrilidir.”
Yaşar Kemal’in kaleme aldığı, 1970 yılında ilk olarak Cem Yayınevi’nden çıkan Ağrıdağı Efsanesi, destan ve roman türlerinin karışımından oluşan, ‘modern epik’ diyebileceğimiz türde bir eserdir. Eser, hem konusu bakımından hem de dili bakımından destan/efsaneyi hatırlatır bize. Roman ana konusunu bile olağanüstü bir olaydan alır.
Ağrı Dağı’nın eteklerinde, yazılı olmayan bazı kurallara göre -ki buna töre derler- yaşayan Ahmet’in evinin kapısında bir at görülür. Bu atı ilk yaşlı bir kavalcı olan Sofi görür. Ahmet’in kapısını çalar, atın ona ait olmadığını öğrenir ve ekler :
“Bu at senin kısmetindir.”
Oralarda bir inanış vardır ki, kapının önüne gelen at ilk önce meydana bırakılır. Yine gelirse yine bırakılır. Üçüncü defa bırakıldığında tekrar gelirse bu at geldiği kapıya aittir. Atın sahibi bey paşa da olsa, Osmanlı Padişahı, Acem Şahı da olsa, Köroğlu da olsa, kelleni verir de bu atı veremezsin. Halk da buna müsaade etmez. Ahmet ve Sofi atı üç kere aşağı meydana bırakırlar ve at hepsinde tekrar Ahmet’in kapısının önüne gelir. Artık atın sahibi Ahmet olmuştur. At ona haktan yadigardır. Aradan altı ay geçer. Atın ilk sahibinin, Beyazıt Paşası Mahmut Han olduğu öğrenilir. Mahmut Han her yerde atını aramaktadır. Atını bulana istediği kadar para, mal, mülk verecektir fakat töredir, uygulanır, yadigar gelen at kimseye verilmez. Mahmut Han buna çok sinirlenir, araya aracı olarak Kürt beylerini sokar ama bu da kâr etmez. Bunu kendisine bir isyan olarak algılayan Mahmut Han, Ahmet’in köyünü bastırır ve evleri ateşe verdirir. Evlerin içinden yalnız yaşlı Sofi çıkar ve elleri bağlanarak zindana atılır. Basılan köyde Ahmet’in olmaması Mahmut Han’ı çok öfkelendirir ve Kürt beylerinden Musa Bey’i Ahmet’i bulması için görevlendirir. Musa Bey, Ahmet’i zor da olsa bulur ve ona paşanın atı değil sadece kendisini görmek istediğini, Sofi’yi öyle bırakacağını söyler. Ahmet Musa Bey’i kırmaz, Mahmut Han’ın sarayına gider fakat Mahmut Han sözünde durmaz, Ahmet’i zindana attırır. Bu haber bütün Ağrı’da yankılanır. Mahmut Han’ın kızı Gülbahar, bir gün sarayda Ahmet’i zindanda kavalıyla “Ağrıdağının öfkesini” çalarken duyar ve bundan çok etkilenir. Gülbahar Ahmet’e aşık olmuştur ve tek isteği onu bir defa olsun görebilmektir. Yıllardan beri Mahmut Han’a bağlı, en güvenilir adamlarından biri olan Memo’ya gider, zindan kapısında o beklemektedir. Gülbahar elinde ne var ne yok vermeye razıdır, tek arzusu Ahmet’le kavuşabilmektir. Zavallı Memo, Gülbahar’a oldum olası aşıktır, fakat bunu hiçbir zaman belli edememiştir. Gülbahar’ı kıramaz ve isteğini yerine getirir. Ahmet’le Gülbahar görüşürler ve geceyi beraber geçirirler. İkisi de aşık olmuştur birbirlerine fakat Ahmet zindandadır ve kısa sürede at geri gelmezse kellesi gidecektir. Bunu bilen Gülbahar yerinde duramaz, içi sıkılır ve çare için Demirci Hüso denilen demir ustasının yanına gidip ondan yardım diler. Demirci Hüso bu işi halledeceğini söyler ve Kervan Şeyhi’nin de yardımıyla atı bulur, paşanın sarayının kapısına bağlar. Mahmut Han hırsına yenik düşmüştür ve at onun olmasına rağmen çirkeflik yapar, “O at benim değildir” der. Bu haber halka yayılır, herkes Mahmut Han’ı bin yıllık töreleri çiğneyen bir Osmanlı olarak görür ve ayaklanır. Artık çareler tükenmiştir hem Ahmet hem Sofi hem de Musa Bey idam edilecektir. Buna dayanamayan Gülbahar son çare olarak Memo’ya koşar, Ahmet’i bırakması için ona yalvarır. Ne isterse vereceğini söyler. Memo, Gülbahar’dan saç telini istemektedir. Saç teli, romanda Gülbahar’ın namusunu da simgelemektedir. Saçından birkaç tel vermekle, namusunu da Memo’ya teslim etmiştir Gülbahar. Memo kapıyı açar, Ahmet serbest kalır. Memo, yıllardır yanında olduğu Mahmut Han ile çarpışmamak için kendisini kalenin burcundan aşağı atar. Mahmut Han’ın korkak oğlu Yusuf, babasının bu olaylardan kendisini sorumlu tutacağını düşünerek her şeyi itiraf eder ve Mahmut Han, kendi öz kızını zindana attırır. Halk artık bu olana dayanamaz ve Mahmut Han’ın kalesinin önüne akın eder. Bundan korkan Mahmut Han, Gülbahar’ı teslim etmek zorunda kalır. Ahmet ve Gülbahar Hoşap Kalesi’ne sığınırlar. Hoşap Kalesi’nin lideri onları kabul eder ve anlaşma sağlamak için Mahmut Han ile görüşür. Mahmut Han, Gülbahar’la Ahmet’in kavuşması ve aynı zamanda kan akmaması için tek bir şart koşar. Ahmet, Ağrı Dağı’nın tepesine çıkarsa Mahmut Han kızını ona verecektir. Daha önce duyulmuş görülmüş şey değildir ki, bir yiğit Ağrı Dağı’nın tepesine çıksın da hayatta kalsın. Mahmut Han bu sinsi planıyla Ahmet’ten kurtulmayı hedefler. Ahmet, öyle bir yiğittir ki kimsenin yapamadığını yapar, haktan yadigar atla birlikte dağın tepesine çıkar ve hayatta kalır. Hayatta kalmasına rağmen Ahmet Gülbahar’dan uzaklaşır. Onun aklını kurcalayan, Gülbahar’ın kendisini zindandan nasıl kurtardığıdır. Sorar :
“Ne verdin, Gülhabar, ona ki, karşılığında canını aldın? Canını benim canımla değişti?”
Olay örgüsünü ana hatlarıyla anlattığımız Ağrıdağı Efsanesi’nde, Ahmet’e Hakk tarafından verilen at motifi, atın meydana bırakıldığında sürekli Ahmet’in evine gelmesi, Ahmet’in Gülbahar’la arasına kılıç koyması – çünkü babasının rızası olmadan beraber olamazlar-, sevgiliye kavuşmak için büyük bir engelin aşılması vb. gibi unsurlar, bize bu yapıtın roman olarak geçmesine rağmen destan türünün birçok özelliğinden faydalandığını göstermektedir.