Bir türlü toplanmayan dağınık odalarımız, evlerimiz, giysi dolaplarımız, yeri gelince kitaplarımızı bile koyacak yer bulamadığımız çalışma masalarımız, etrafımızda olmayan ancak sosyal medya hesaplarımızdaki neredeyse tanımadığımız çok sayıda insan…
Siz de bazen bu “çokluktan” bunalmıyor musunuz? Sizde de bu kalabalık yaşamdan kaçıp gitme isteği olmuyor mu? Uyurken bile kafanız gerekli veya gereksiz düşünceler ile dolup taşıyor mu?
İşte buna benzer sorularınızın cevaplarını “minimalist düşünce” anlayışında bulabilirsiniz. Geçmişten günümüze var olan alışkanlıkların, yaşanmışlıkların aktarılması kültür sayesinde gerçekleşir. Minimalist düşünce, belli bir kültür ile kendini var eder. Dünya değiştikçe, yeni ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçlar temelinde yeni alışkanlıklar oluşur. Oluşan yeni durum eski kültürle bağdaşmayabilir, bu nedenle kültür kavramı da sürekli gelişir, büyür ve bu şekilde aktarılmaya devam eder.

Minimalizmin tarihine kısaca bakacak olursak; minimalizm, ilk başta modern bir sanat akımı olarak ortaya çıkmış; 1910’lu yıllarda Rus ressam Malevich’in yaptığı beyaz bir tablo üzerine siyah bir kare çizerek mükemmel bir sadeliği aramaya çıkmasıyla bu tablo minimalizmin ayak sesleri olarak kabul edilmiştir. Minimalizm kavramı, çoğu kaynağa göre 1965 yılında İngiliz yazar ve filozof Richard Wollheim’ın minimum kelimesinden yola çıkarak “minimal sanat” kavramını oluşturmasıyla ortaya çıkmıştır. Minimalizm, resim ve mimari alanında daha fazla görülse de, minimalist düşüncenin sanat akımı olarak yaygınlaşması aslında müzik dünyasında oluşmuş ve daha sonraki zamanlarda edebiyat, iç mimari, sinema ve fotoğrafçılık gibi çeşitli alanlarda kendini göstermeye başlamıştır. Minimalizmin ilgi gördüğü yıllar, aynı zamanda Uzak Doğu kökenli “Zen Felsefesi”nin de Batı’da ilgi gördüğü yıllar denilebilir. Zamanla bu iki akım birleşerek minimalist yaşam şekli oluşmuştur.
Günümüzde logo ve ambalajlardaki reklamcılıktan, kullandığımız eşyaların veya internet sitelerin tasarımına kadar daha çok ilgi görme bakımından minimalizm tercih ediliyor. Eski bir İngiliz şiirinde geçen “Less is more.” dizesinin popüler olmasıyla birlikte mükemmel sadeliği arayan Alman mimar Mies van der Rohe sayesinde bu dize minimalizmin sloganı haline gelmiştir.
On dokuzuncu yüzyıldan sonra kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, tüketim günden güne artmıştır. Teknolojinin ve buna paralel olarak reklamcılığın gelişmesi, ucuz iş gücü gibi etkenler daha çok üretip daha çok tüketmeye neden olmuştur. Hatta tam bu noktada Amerikan sosyolog Veblen’e değinebiliriz. Ona göre toplum, endüstri temelli ve çıkarlar için kullanma olarak iki sınıfa ayrılır. Sahipliğin başlamasıyla birlikte aylak sınıfın doğduğunu söyler. Özel mülkiyet saygınlığın temelidir ve toplumdakiler buna çok miktarda sahip olanlara öykünüp onları geçmeye çalışırlar. Her sınıf kendinden üstündekine ulaşmak ister. Geçmiş yıllarda bu durum kadınlar tarafından daha yönlendirici olsa da, günümüzde çocukların daha yönlendirici olduğunu dile getirebiliriz. Özellikle oyuncak sektörü, çocukların teknoloji ile daha çok haşır neşir olmasıyla birlikte çocuklarda daha çok istek uyandırıp gelişiyor. Bu nedenle sürekli isteyen, doyumsuz bir nesille karşı karşıya kalıyoruz. Veblen’e göre, toplum daha fazla evrildikçe aylak sınıf içinde gösterişçi aylaklığın yerini alma eğilimi görülüyor. Özellikle 1980’li yıllarla birlikte eskiyi sonuna kadar kullanma devri değişmiştir. “Tüketim için tüketim.” aşamasına geçilmeye başlanmıştır ve günümüzde bile bu şekilde olmaya devam etmektedir.

Veblen’in bahsettiği hem gösterişçi tüketim hem de gösterişçi aylaklık israf içerir. Gösterişçi aylaklık zaman israfını, gösterişçi tüketim ise para israfını getirir. Bu israfların temelinde, özenmek, onlar gibi olmak düşüncelerini görürüz. Bu düşünceler aslında günümüzdeki tüketim çılgınlığına hiç de yabancı gelmez. Aslında, tüketmeye oldukça doyduk. İhtiyacımız olmayan nesneleri “Belki bir gün lazım olur” düşüncesi ile alıp evlerimizi, iş yerlerimizi ve en önemlisi kafamızı bir depo haline dönüştürdük. Dolayısıyla bu kullanılmayan eşyalar negatif enerjilerle birlikte, farkında olmasak da bu eşyalara sorumluluk duymamıza sürekli neden olur. Minimalizm, işte tam da bu noktada kişilerin hayatına ışık olma amacı görür.
Minimalizme yönelme konusunda dört farklı faktörden bahsedebiliriz: çeşitliliğin fazla oluşu ve hayatın yalnızca bir kez yaşanacağından dolayı sınırlılık faktörü; seçme bakımından, ekonomik bakımdan, her şeye yetişme bakımından, aradığını bulamamak veya yoğunluk ve dağınıklık bakımından stres faktörü; yaşadığımız çevre gibi insanların da zevklerinin sürekli değişmesinden, gelişmesinden dolayı değişme faktörü ve gerçekçilik faktörü. Gerçekçilik faktöründe, İtalyan ekonomist ve sosyolog olan Pareto’dan bahsedebiliriz. İktisatta sıkça duyulan Pareto ilkesi minimalizm açısından da önemlidir. Bu ilke, “%80 – %20” kuralından oluşur. Örneğin; zamanımızın %80’i tanıdıklarımızın %20’si ile gerçekleşiyor ya da ömrümüzün %80’i de gardırobumuzdaki kıyafetlerin %20’si ile geçiyor. Hatta evdeki zamanımızın %80’ini evimizin %20’sinde geçiriyoruz. Yani, zaten hayatımızda var olan -ister insanlar ister nesneler olsun- şeylerin beşte birini hayatımıza dahil ediyoruz. Diğerlerini ya dahil etmiyoruz ya da ihtiyaç duymuyoruz.

Minimalizm, “Hayatımızda olan her şeyin bir amacı olmalı.” düşüncesi ile hareket eder. Yediklerimizden sözlerimize, çevremizdeki kişilerden eşyalarımıza kadar hayatımızdaki fazlalıklardan kurtulmaktır. Fakat minimalizm, hayatımızdaki her şeyden kurtulmak demek değildir. Bu algı, en çok yapılan yanlışlar arasındadır. Buradaki temel soru “Gerçekten ihtiyacım var mı?” sorusu olmalıdır. İçinde bulunduğumuz kapitalist çağda bu soruyu sormak zor olsa da bir o kadar önemli. Çünkü, sürekli tüketim alışkanlığını öyle bir içselleştirdik ki sanki olması gereken durum buymuş gibi bir algı oluştu. Bu nedenle, farkındalık oluşturma açısından sadeliği yakalamak oldukça önemli oluyor. Etrafa şöyle bir dönüp bakacak olursak, teknolojinin sağladığı ulaşılabilme kolaylığı insanları tek tip haline getirdi. Yiyip içtiklerimiz, kıyafetlerimiz, gülüşlerimiz, fotoğraflarımız ve daha sayamayacağımız birçok şey başkaları ile aynı hale geldi. Veblen’in bahsettiği üst sınıfa özenme durumu aslında diğer kişilerin aynılaşmasına neden oldu. Bahsettiğimiz değerler, günümüz dünyasında artık evrensel değerler. Çünkü, modadan sosyal medyaya kadar artık her şeye her yerden ulaşmak mümkün. Sahip olunan özgün değerler arkada bırakılıyor, gündemde olanın, en iyinin, o an olması gerekenin peşinden gidiliyor. Bu nedenle, kültürel bağlara da olumsuz anlamda bir etkisi bulunduğundan söz edebiliriz.
Kısaca minimalizm, yaşantımızın her alanını daha sade ve dingin bir hale getirir. Psikolojik ve sosyal olarak daha mutlu olmamızı sağlar. Bununla birlikte, hem bireysel hem de toplumsal özgünlüklerimizin korunmasına yardımcı olur. Böylelikle zamanı daha anlamlı ve değerli şeylerle geçirerek toplumda da pragmatist bir anlayışla var oluruz. Önemli olan, sahip olunan değerleri amacına uygun yaşamalı ve içinde bulunulan çağa bu şekilde “kendimize göre” ayak uydurmaktır.
Kaynakça:
- Başoğlu, Begüm. Erim, Ege. Sade. İstanbul: Okuyan Us Yayınevi, 2015. 1. 168.
- İlgili Belgesel: “Minimalism – A Documentary About the Important Things”
- İlgili içerik için tıklayınız.