Zeki Demirkubuz (1964-), Isparta’da doğmuş ve ortaokulu burada devam ettirdikten sonra İstanbul’a gelmiştir. Lise eğitimini yarıda bırakan Demirkubuz, 12 Eylül 1980 darbesinde işkence görmüş akabinde tutuklanarak yaklaşık üç yıl hapis yatmıştır. Hapishanede geçirdiği süreçte sinemaya yönelişini verdiği bir röportajda şöyle anlatır: ”Beni sinemaya iten unsurlar bence çocukluğum, 12 Eylül sonrası hapishane hayatım ve arabeske duyduğum ilgi, imaje etmeye, dramatize etmeye olan eğilimim… Ama başta sanıyorum çocukluğum…”
Çocukluğunu eksik yaşamış, aile kavramından yoksun büyümüş olmanın verdiği izleri sinemasına taşıyan Demirkubuz, tarih 1986’yı gösterdiğinde Zeki Ökten‘in asistalığını yapmaya başlayarak sinemaya ilk adımını atmıştır. Yıllar süren asistanlığı farklı yönetmenlerle çalışarak devam etmiş, bağımsız sinemanın izini sürmesiyle birlikte onu ilk uzun metrajlı filmi olan C Blok‘u (1994) yazmaya ve ilk yönetmenliğini gerçekleştirmeye itmiştir. Ardından birbirini takip eden Masumiyet (1997), Üçüncü Sayfa (1999), İtiraf (2001), Yazgı (2001), Bekleme Odası (2003), Kader (2006), Kıskanmak (2009), Yeraltı (2012), Bulantı (2015), Kor (2016) filmlerin yönetmenliğini ve aynı zamanda çoğunlukla oyunculuğunu da üstlenen Demirkubuz, birçok ödüle de layık görülerek Türk sinemasında önemli bir isim olmuştur.

Masumiyet (1997)
Masumiyet, Uğur, Bekir ve Yusuf üçgeninde ilerliyor gibi görünse de, Yusuf üzerinden gelişerek diğer karakterlerin yaşamlarını birbirine bağlamıştır. Bekir, umutsuz ve sonsuz aşkıyla Uğur’a bağlıdır. Hatta öyle bağlıdır ki, filmde Haluk Bilginer‘in canlandırdığı Bekir karakterinin attığı uzun tirat, Kader (2006) filmini doğurmuştur.
Derya Alabora‘nın hayat verdiği Uğur ise arzularının peşinden koşan, benliğini hiçe sayıp sevgisi uğruna yaşayan ve hapiste yatan, her defasında farklı şehirlere sürgün edilen Zagor’un peşinden cesurca giden bir karakterdir. Bekir’in ona duyduğu sevgiyi, merhameti, her koşulda yanında oluşunu görmezden gelen Uğur, yıllarca kendini adadığı Zagor’un hapisten çıkacağı günü senelerce beklemiş ve sağır, dilsiz olan kızı Çilem’i de bu yolda sürüklemiştir. Çilem ise, hayat standartlarının düşük olduğu ortamda yetişen, çoğunlukla televizyon izlerken gördüğümüz küçük bir çocuk olmasına karşın; film içerisinde onca yıkım barındırırken, bu karakterin yerinin daha ayrı konumda olduğunu gözlemlemek mümkün.
Demirkubuz, bu konuyla ilgili küçük yaşlarda yaşadığı anıyı şöyle anlatır: ”O sıralar halk sinemasının yanında yabancı filmlerin oynadığı bir kültür sarayı açılmıştı ve oraya bizim yaşımızda çocuklar alınmıyordu. Adam belki ailemi tanıyordu, bilmiyorum ve yanıma geldi. ‘Sinemaya kardeşini de götürür müsün?’ diye sordu. Canıma minnet… Adam biletlerimizi aldı ve bana ara olduğu zaman gazoz içmemiz için para verdi, bizi el ele tutuşturdu ve içeri soktu. Yıllar sonra Masumiyet filminde oynattığım kırmızılı küçük kız, aslında o kızdı.”
Hayat mı Bu (Orhan Aksoy, 1972) adlı filmi kırmızı kabanlı kızla beraber izleyen, aynı yaşta olmalarına rağmen dünyasının oldukça büyük olmasından dolayı kendini o yaşlarda daha büyük gördüğünü söyleyen Demirkubuz, film bittikten sonra kızın ailesiyle birlikte gidişini uzun süre izlemiş ve ne kadar yalnız olduğunu düşünmüştür. İşte bu olaydan yaklaşık 25 yıl sonra Masumiyet‘i yazmış ve filmin adını belirlerken de o kızı düşünmüştür. Hatta çoğu sahnede de filmde Çilem olarak bildiğimiz karakteri kırmızı giydirmiştir.

Yusuf’a geldiğimizde ise, onun ayrı bir karakteri olduğunu görürüz. Bekir’in umulmadık intiharı sonrasında Uğur’un yanında yerini almıştır. Kendisinin de belirttiği gibi ”elinden hiçbir iş gelmeyen” Yusuf’un yapabildiği tek şey, iyi olmaktadır. Dostoyevski’nin Budala romanında iyi ve masum olmak budalalık ile benzeştirilirken, hayata tutunmak için denemesi ve yenilmesi Yusuf peygamberden izler taşımaktadır. Filmin sonunda görülen Samuel Beckett’a ait söz ise bu çabayı özetler. (Bahadır: 2020)
“Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil.” (S. Beckett)
Bekir’in ölümünden sonra Bekir’in rolünü üstlenen Yusuf, içinde sevgi ve merhamet barındıran kişiliğini ve bütün masumiyetini yitirmiş olsa da, Çilem’in Yusuf’a emanet edilmesi sonucu tekrar eski benliğine dönmüştür. Filmin son sahnelerinde Yusuf ve Çilem’i sıklıkla birlikte görürüz. Yusuf’un hapishane arkadaşı olan Orhan’ı bulmasıyla ise, aslında bütün karakterlerin benzer kaderi paylaştığını anlarız. Çünkü Orhan aslında Zagor’un ta kendisidir. (Bahadır: 2020)

Kader (2006)
Masumiyet filminin tiradından doğan Kader, Bekir ve Uğur’un hayatını bu kez tanışma anlarından ele alarak daha yakından sunar. Uğur’un hasta olan babası, kardeşi, annesi ve annesinin sevgilisiyle yaşadığı evde her ne kadar boğulmuş olduğunu görsek de, annesinin davranışlarının izine kendisinde de rastlamak mümkün.
Babasının halı dükkanında çalışan Bekir, bir gün kadere yenik düşeceğini ve Uğur’un dükkana girmesiyle sonsuz sevgisinin başlayacağını tahmin edemezdi. O günden beri Bekir’in aşkı karşılıksız da olsa devam etmiş ve sevgisi daima Uğur’un izini sürmüştür. Bu hikayenin ise arkaplanı vardır, o da bu hikayenin gerçekten yaşanmış ve Demirkubuz’un bunu gözlemlemiş olmasına dayanır.
Demirkubuz Kader‘e ilham olan ve tanık olduğu hikayeyi şöyle anlatır: ”12 Eylül olmadan bir süre önce bir triko atölyesinde son ütücülük yapıyordum. Orada gerçekte işçi olmayan ama zengin bir adamın metresi olan bir kadın vardı. Zengin adamın arkadaşının atölyesiydi ve kadın orada, rahat dursun diye bir nevi gözaltındaydı. O kadınla samimiydik ve onun aracılığıyla Bekir gibi, kadına aşık olan bir kamyonetçi adamla tanıştım. O zamanlar ben 15 yaşındaydım ama adamın kadına duyduğu aşk, üstelik başka biriyle metres hayatı yaşamasına rağmen, beni derinden etkilemişti. Adam evliydi, çocukları vardı. Adamın, hiç abartmıyorum bir köpek gibi kadına bağlılığı, varlığını kadının varlığına teslim etmiş olması 15 yaşında olmama rağmen bende derin bir duygu bıraktı.”

Kader filminde dikkat çeken diğer yön ise, Bekir gece Alsancak/Kordon sahilindeyken, bayrağın gölgesini belirgin biçimde görüyor olmamızdır. Demirkubuz bu konuya ilişkin şöyle demiştir: ”O akşam, çekim için bir dükkanın kapanmasını bekliyoruz. Beşiktaş maçını izledim, yenilmişti. Alsancak’taydım, yürüdüm biraz, Karşıyaka’ya bakıyorum. Sesler duymaya başladım, iplerin, bayrağın sesini duydum. Yukarıya baktım, bayrağı gördüm. Önüme döndüm, bir anda gölgeleri fark ettim. O anda müthiş bir heyecan duydum, hemen çocukları çağırdım ve öyle çektik. Ve bana göre, Bekir’in durumunu bir resimle anlat deseler ben o sahneyi seçerim.”

Yeraltı (2012)
”Bir damla da olsa mürekkep yalamış insanların arasındaki husumet, kan davasından bile daha korkunçtur.” (Z. Demirkubuz, Yeraltı, 2012)
Engin Günaydın‘ın Muharrem rolünü üstlendiği Yeraltı filminde başarılı bir oyunculuk sergilemesinin sırrı, aylarca bu role çalışmış ve o bunalım sürecini yaşamış olmasıdır. Filmden sonra da bir süre kendine gelemeyen Günaydın, ustalıkla oynadığı Muharrem rolünü taşımaya devam etmiştir.
Koca şehirde yalnız başına kalan, iş sonrası bir amacı ve yapacak hiçbir şeyi olmayan Muharrem’i mercek altına alan, aynı zamanda Muharrem’in içsel dünyasını aralayan Yeraltı, adı ve konusu itibariyle dikkatleri Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı eserine çeker.
Demirkubuz’un neredeyse her röportajında sözünü ettiği, hayranlığını gösterdiği ve deha olduğunu ifade ettiği Dostoyevski, sara hastası olduğu gibi, bu durumundan zevk almıştır. Hatta Demirkubuz bu konuyla ilgili şöyle söylemiştir: ‘‘Saranın geldiği anı, cennetin beyazlığı olarak tasvir eder. Daha da ileriye götürüp “İnsanın kendine bağışlananın hakkını verebilmesi açısından sağlıklı insanın hiçbir anlamı ve duygusu olamayacağını; bu anlamın ancak sağlıksız, dert çeken adamla ortaya çıkabileceğini söyleyip sağlıklı insanlardan nefret ettiğini bile söylüyor.”

Yeniden Yeraltı filmine dönecek olursak, Muharrem’in davranışlarından, yalnızlığından, ruh ve sağlık anlamında yaşadığı krizlerden dolayı hangi konumda olduğuna baktığımızda ‘‘sara hastası olabilir mi?’’ düşüncesi salık verse de; Demirkubuz, ”Muharrem, ruhsal sara hastalığı gibi bir durum yaşıyor. Madem insan akli bir varlık; bir acıdan şikâyet etse de, özellikle ruhsal acılarını sürdürmeye meraklı olduğunu düşünürsek demek ki bundan aldığı bir zevk var. Bunun verdiği şey de, bu sayede benliğini, varlığını daha çok hissediyor. Aşağılanan bir insan, ‘aman sen de’ deyip unutabilir de. Fakat onu unutmayıp geceler, yıllar boyu bunu sürüdürüyorsa, sadece utanç, gurur veya kibirle açıklanamaz. Bunların arkasında gizlice aldığı bir haz da var. Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ kitabında ortaya koyduğu mesele, insana dair bu kadar derinden bir şey söylemesinin nedeni buydu. Muharrem’in de yemekteki aşağılanmayı sürdürme ısrarı bununla ilgili. Tıpkı bir sara hastasının yaşadığı gibi o aşağılanmdan bir cennet çıkarıyor kendince.” demiştir.
Yeraltından Notlar ile benzer şekilde ilerleyen film, Muharrem’in kendini ısrarla kabul ettirdiği Cevat’ın şehirde ve arkadaşlarıyla olan son akşam yemeğinde yaşanılanları mercek altına alırken, geriye dönük sahneler de barındırır. Demirkubuz amacının, kabuğuna çekilmiş, kendi hayatının dizgesinde yalnızlığına sarılmış yaşayan Muharrem’in, dışarıya karşı davranışları ve içinde yaşadığı durumlar arasındaki o ince çizgiyi göstermek olduğunu belirtmiş, Muharrem’in gösterdikleri ve sakladıkları arasındaki farklılığı ortaya koyduğunu da vurgulamıştır.

Yeraltı filminin tekniği incelenediğinde ise sanılanın aksine açıklamalarda bulunan Demirkubuz, dış ses ve görüntü açısından ”Demirkubuz tekniği” diyebileceğimiz özgün bir durumla bizi karşı karşıya bırakır. Filmde yoğunlukla hissettiğimiz gıcırtı sesleri ve alt geçitte kullanılan müzik, alışılageldiği gibi ses tasarımı veya kurgunun ürünü değil, tamamen özgün bırakılan, sahneye dahil edildiğinde gerçekliği tüm çıplaklığıyla yansıtan ögelerdir. Demirkubuz, gıcırtı diye nitelendirdiğimiz sesi apartmanın hidrofor sesi, alt geçitte müzik sandığımız sesi ise tuvaletin demir kapısının açılıp kapanırken çıkardığı ses olarak belirtmiştir.
Demirkubuz’a göre sesler ve görüntüler tek başına değil, bulunduğu ve dahil olduğu mesele üzerinden anlam kazanır. Yeraltı filmini kurguladığı sırada bu seslerin olduğunu fark etmiş ve şöyle demiştir: ”Orada, Alman bir rock grubunun faşizan bir parçasını kullanacaktım; ama o sesleri duyunca gerek kalmadı. Filmden o sesleri çıkarsak da hiçbir şey değişmezdi. Onlar ekstradır; biraz daha filmi güzelleştirme ve Dostoyevski’ye saygıdır.”

Demirkubuz, birbirini izleyen konuları ve detayları görebileceğimiz ilk filminden itibaren karşılaştığımız, birkaç dakika boyunca izlediğimiz, evin içerisinde bulunan kapıların kendiliğinden açılması detayı için, aslında herhangi bir anlamı olmadığını ifade etmiştir. C Blok‘tan sonra her filminde karşılaştığımız aldatma sahneleri, aldatan figürün kadın olmasıyla devam etmiş, gündelik yaşamda erkeklerin aldatmaya daha meyilli olduğunu, fakat yalnızca aldatanın erkek değil, kadın da olabileceğini göstermiş ve bunları verdiği bir röportajda dile getirmiştir. Alışılmışın dışında olan ve görünmeyeni gösteren bir yaklaşımla bu konuyu her filmine taşımış olması da istisnai durumun mevcudiyet kazanması şeklinde özetlenebilir.
Kaynak:
Alper Doğan Bahadır, ”Masumiyet Film Eleştirisi”, 30 Ekim 2020. web
Yönetmenlerle Buluşma, ”Zeki Demirkubuz ile Söyleşi”, 04 Şubat 2016. web