Kendine özgü kalemi ve eserleriyle kendine has bir okuyucu kitlesine sahip olan Hakan Günday, son kitabı “Zamir” ile edebiyat dünyasına farklı bir soluk getirdi. Her yeni kitabıyla etkileyiciliğini koruyan yazar, yeraltı edebiyatı denilince başta gelen isimlerden biri. Biz de bu başarılı yazarın son kitabı olan Zamir’den en güzel alıntıları sizler için derledik. Keyifli okumalar!

- Demek ki insan insana saplanmak için var. (s.13)
- Sonra şunu fark etti: Hiçbir şey hissetmiyordu. Sanki hayatı boyunca bir daha hiçbir şey hissetmeyecekti. (s.15)
- Ama insan o kadar aptal bir hayvan ki hayata bağımlı olduğunu ancak ömrünün sonunda anlıyor. Hatta son nefesinde. (s.16)
- Hiç var olmaması gereken biri gibi hissediyorum kendimi. Neden hayatta kaldım? Herkesin yerini bulup oturduğu kalabalık bir sofrada, ayakta kalmış gibi hissediyordum. Neden o kampta ölmedim? Bardağı taşıran son damla gibi… Hiçbir zaman bardağa ait olmamış ve gelişiyle her şeyi altüst etmiş o damla gibi hissediyordum kendimi. (s.22)
- Bir çocuk doğduğuna pişman olabilir mi? Hem de nasıl! İlikleri kopar, kemikleri kırılır pişmanlıktan. (s.23)
- Çünkü insan kendine karşı acı ve öfkeden başka ne hissedebilir, bilmiyordum. (s.23)
- Ve bu dünyada gerçek aileler kan değil, acı bağıyla kuruluyordu. (s.25)
- Peki evde beni bekleyen biri var mıydı? Olsa hatırlardım. Çünkü insan yalnız olduğunu unutamıyordu. (s.28)
- Çünkü o iki ülkede kadınlar, barış zamanında bile bir savaş esiri olarak doğarlardı. Savaşı doğarak kaybeder ve erkeklere esir düşerlerdi. Bu yüzden o topraklarda bir kadının yeni doğmuş bebeğini terk etmesi, hayatı boyunca bir savaş esiri gibi işkence görmesi kadar olağandı. Hatta bir savaş esiri gibi herkesin gözü önünde vahşice infaz edilmesi kadar olağan.. (s.36)
- Gerçekten de bu insanlarla aynı çağda yaşamıyordum! (s.39)
- Ve bu dünyada başkasının açısından sonsuza kadar kaçmak mümkün değildi. Çünkü dünya o kadar büyük bir yer değildi. (s.41)
- “Sen hayatta mısın?”
 “Hayır.” (s.51)
- Bu dünya üzerindeki bazı enlem ve boylamlarda bazı erkekler vardır ve onlar kadın etiyle beslenir. (s.52)
- Tuttukları dilek için bile para verir insanlar. Havuzlara, kuyulara para atarlar. Dileğini bile satın almaya çalışmış birine de barış hediye edilmez, satılır. (s.69)
- Böylece iki silah, iki mermi ve iki insanın arasında yaşamak zorunda kalmıştım. Geçmişim de intihardı, geleceğim de… (s.71)
- Çünkü aklım bir cehennemdi. (s.72)
- Dünyayı ben öldürmedim, diye düşünüyordum. Doğduğumda zaten ölüydü. (s.152)
- Çünkü bu şehir bir uyuşturucu! Buraya gelen öyle bir uyuşuyor ki nasıl bir cehennemde yaşadığının farkında bile değil! İstanbullu dediğin aslında bir bağımlı! Sırf İstanbul’da yaşayabilmek için her gün kendini satan bir zavallı! (s.155)
- İnsan normalde bir ses duyunca uyanır, değil mi? Öyle biliriz. Ama savaşta öyle olmuyormuş. Meğer o sesler bizi uyutuyormuş. (s.160)
- Anlayacağınız, dünyanın en büyük servetiyle satın alınan şey bu: Cehalet… (s.181)
- Gördüğüne inanmayanların ninnisi, görünmez olan her şeydi. (s.191)
- Bunca insanın tek bir yalanla katledildiği dünya, ancak düz ve kanlı bir daire olabilirdi. Tam da bir arena gibi! Bu yüzden dünyaya geldiğinden beri insan insanı öldürüyor ve yıldızlardan başka seyircisi olmayan bu vahşet asla bitmiyordu. (s.192)
- Ayakta kalabilmek için iki koltuk değneği kullanmaya başladı: Kabullenmek ve alışmak. Bir süre sonra o değnekleri de attı ve kayıtsızlığın elinden tutup yeni bir hayata doğru yürümeye başladı. (s.205)
- Bu dünyadaki her insanın içinde acımasız bir canavar vardır. O canavarı gizlemek için de her şeyi yapar. Dolayısıyla bu dünyadaki her insan ikiyüzlü bir yalancıdır. (s.211)
- Eğer insan cehennemde doğmuşsa bir iblis olmayı reddedebilir miydi? Belki evet. (s.212)
- Her ne kadar kişisel olarak deneyimlememiş olsam da aşkın zamanı durdurabileceğine inanmak istiyordum. Bir nefretten diğerine yolculuk eden biri olarak buna ihtiyacım vardı. (s.239)
- Dolayısıyla aşk da, pekâlâ, kolumun altında taşıdığım siyah dolap gibi bir cennet olabilirdi. İçindeyken kimsenin yaşlanmadığı ama dışına çıkınca insanın kendini bin yaşında hissettiği bir dolap. (s.239)
- Hayatta öyle değil mi? Saçma sapan bir macera. (s.240)
- Sadece şunu biliyorum: Bütün bunlarda terslik var! Yaptığım işte bir terslik var! Çünkü doğada barış diye bir şey yok. Her canlı hayatta kalmak için savaşır. Hem de sürekli! Hayat bir savaştır! (s.242)
- Ne bir nehir ne bir ova ne de bir dağ… Ne bir ağaç ne bir bulut! Hiçbir şey insana deniz kadar özgürlük fikri veremez. Hatta özgürlüğün kendisi bile! (s.243)
- Ben de, ne zaman çaresiz kalsam yaptığım şeyi yapıp gerçeklerden kaçtım. Yıllardır aynı yere kaçıyordum. (s.245)
- Ne de olsa insan bir türlü büyümüyor ve hep çocuk kalıyordu. (s.248)
- Aslında haklısın galiba. Kaçacak bir yer yok. Dünyanın her yerinde aynı dümen dönüyor. Çünkü insanın düşünce biçimi böyle! Konuştuğu dile bile yansımış! Mesela Türkçede sadaka diye bir kelime var. Ve bu kelime, yine Türkçedeki başka bir kelimeyle aynı kökene sahip, o kelime de sadakat. Düşünebiliyor musun? Sadakayla sadakatin kökeni aynı. Niye sence? Çünkü birilerinin sana sadık kalmasını istiyorsan onlara sadaka vereceksin! Ama tabii bunun için de ilk yapman gereken şey, insanları sadakaya muhtaç hale getirmek! (s.275)
- Saatlerce konuşacak, sürdürdükleri hayatın boktanlığında hemfikir oldukça rahatlayacaklardı. Kendilerini hiçbir yere ait hissedemedikleri için ne denli yalnız olduklarından söz edecek ve gün içinde çevrelerine sürekli yalan söylediklerinden bu nadir dürüstlük anının getirdiği huzuru paylaşacaklardı. Yıllarca içlerinde biriktirdikleri bütün öfke ve hayal kırıklığını ortaya dökecek ve her şeyden önemlisi, birbirlerini anlayacaklardı. (s.276)
- Uyumasam delirecektim. (s.278)
- Eğer uyuyakalmış ve bu yüzden geleceği kaçırmışsam, bu harika olurdu! Böylece gelecek geçmişte kalmış olur ve benim için konu kapanırdı. (s.278)
- Çünkü adalet ortadan kalkınca öylesine güçlü bir saçmalık girdabı oluşuyordu ki bunun karşısında söylenebilecek her sözün anlam ve ciddiyetini bir kara delik gibi yutuyordu. (s.282)
- Sonra durdum ve sudaki yansımamı izlemeye başladım. Yüzüme baka baka, Türkçedeki gölge kelimesini düşündüm. Gölgedeki yansıma anlamına geliyor olmalıydı. Öyle değilse bile olmalıydı! Çünkü şu duru suda gördüğüm yansımanın topraktaki gölgemden ne farkı vardı? Belki de insanın dışı suya, içi de toprağa yansıyordu. Fark buydu! Dünyanın bütün gölgeleri bu yüzden kapkaranlıktı… (s.314)
- Bu dünya öyle bir yer ki… Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur. (s.339)
- Hatta o an gözlerimi bile kapadım. Her yanımda çığlıklar atılıyordu ama içimde derin bir sessizlik vardı. Hissettiğim şey, neredeyse huzura benziyordu. Ama çok karanlık bir huzur. Hiçbir şeyin daha kötü olamayacağı anlaşıldığı zaman hissedilebilecek bir huzur. (s.346)
- Sırf takvimdeki tarih değişti diye dünyanın daha iyi bir yer olacağına pek ihtimal vermiyordum. Bu yüzden de masadan kalktım ve yürüdüm. Kararımı vermiştim. Dünyayı zaman değil, ben değiştirecektim. (s.350)
- Çünkü barış dediğin, baştan başlamaktır. En baştan. Yeniden! (s.354)
- “Ben” dedi, “Herkesin şarapnel olduğu bu dünyada bir şarapnel olmayı reddediyorum!” (s.354)
- İnsan insanı görebilse dünya bambaşka bir yer olacaktı! (s.360)
- Eğer nereden geldiğini ya da öldükten sonra nereye gideceğini gerçekten öğrenmek istiyorsan her insanın Tanrı olduğunu kabul edecek ve hiçbirini öldürmeyeceksin. Eğer bu dünya üzerinde hayatın neden var olduğunu bilmek istiyorsan, önce o hayatı yok etmekten vazgeçeceksin… (s.364)
Kaynakça
- Zamir, Hakan Günday, Doğan Kitap, 32. Baskı
- Kapak görseli: serbestiyet, Web

 
                                    

