Harabe nedir? Yıkıntılar nasıl o hale gelmiştir? Hafıza bedenimizde midir? Ruhumuzda mıdır? Her yıkıntı, bir zamanın nefesini içinde tutar. Taşlar sessizdir ama her sessizlik içinde bir yankı taşır. Harabeler, sadece çökmüş duvarlar değil; geçmişin ağır, derin soluklarıdır. Bir duvarın dökülen sıvasında, bir kapının, pencerenin pasında, bir koridorun karanlığında zamandan sızan onlarca hatıra vardır.
Walter Benjamin, “Yaşamak iz bırakmaktır” der. Bizim hikâyemizde ise iz; kalın duvarların, üst üste binmiş tozların altına gömülmüştür. Hayat, tam da bu tozu üfleyip yeniden görmek için vardır. Harabeler, tam da “tarihin enkazı” denilen o noktada durur; her biri birer hafıza kalıntısı, birer zamansal tanıktır. Orada, artık yaşamayan bir hayatın yankısı duyulur; geçmiş, bir anlığına şimdiye dokunur.

Mekânlar konuşmaz, ama konuşmamanın diliyle bizlere bir şeyler söyler. Bir harabenin içinden geçerken hissettiğimiz ürperti, aslında bir diyalogdur, kelimesiz ama ruhu olan dolu dolu bir diyalog. Ulucanlar‘ın ağır havası, Srebrenitsa‘nın sessiz mezar taşları, Madımak’ın isli duvarları ve daha nicesi hep aynı şeyi fısıldar bize: “Hatırla.” Zaman, doğrusal değil, katman katmandır. Yıkıntı ise o katmanların fiziksel halidir. Geçmişin, şimdinin ve olası geleceğin aynı anda var olduğu zamansal bir iz. Bir taşın yüzeyinde hem dünün hem bugünün dokusu vardır. Her çatlak zamanı ikiye böler, her gölge bir anın izini saklar.
Hafızanın Tozlu Adımları

Hafıza, insanın içinde taşıdığı en gizemli şeydir; ne bütünüyle bedene aittir ne de sadece ruhun sessiz derinliklerinde gizlenir. Bazen aklımızın karanlık köşelerine ışık olur, bazen de kalbimizin tam ortasında sancıyan bir sızıya dönüşür. Bir anı, hücrelerimizin arasında ince bir çizgide gezer. Aynı anda ruhun görünmez defterine de ince bir iz düşer. Hatırlamak, sadece geçmişi yeniden çağırmak değildir; insanın kendine dönüşüdür, kendini yeniden bulmasıdır. Bu yüzden hafıza, insanın hem en maddi hem de en manevi yanını birbirine bağlayan sessiz bir köprü gibidir; bedenden ruha, ruhtan zamana doğru uzanan ince ve kırılgan ama kuvvetli bir bağdır.
Harabe mekânların hafızası, zamanın sessizce içinde biriktiği, duvarların çatlaklarına sinmiş eski bir suskunluktur. Bir zamanlar insanların sesleriyle dolup taşan odalar, şimdi rüzgârın ve tozun yalnızlığına emanet edilmiş olsa da her taşın üzerinde geçmişten kalma görünmez bir iz vardır. Yıkıntıların arasında dolaşan ışık, bir evin bir zamanlar nasıl bir yuva olduğunu hatırlatır; dökülmüş sıvalar, unutulmuş bir gülüşün gölgesini hâlâ taşır. Bu mekânlar, çökmüş tavanları ve paslanmış kapılarıyla sadece çürümüşlüğü değil, yaşanmışlığın ağırlığını da saklar. İnsan gider, sesler biter, eşyalar dağılır ama hafıza, harabenin içinde büyük bir sabırla kalır. Zamana meydan okuyan bir hatıranın, sessiz ve inatçı bekçiliğini yapar. Her yıkıntı, eksilmenin estetiğini anlatır. Eksilen şey, geride kalan her şeyin anlamını büyütür. Eksilmek, yaşamak ve yaşatmanın en büyük kanıtıdır.
Beden ve Mekân: Çatlaklarda Direniş

Beden ve mekân birbirine benzer. Beden de bir bakıma harabedir; zamanla yıpranır, kabuk tutar ama içinde hâlâ yaşanmışlığın sıcaklığı vardır. Bir duvarın sıvası nasıl dökülürse, bir insanın hafızası da öyle soyulur. Yıkıntılar, işte bu soyulmanın dışa vurumu niteliği taşır, insanın içindeki çöküntünün mekâna yansıyan hâlidir. Her duvar bir bedendir, her beden ise bir mekân. Hafıza unutmaya karşı verilen bir savaştır. Harabeler, bu savaşın siperleridir. Bir duvarın ayakta kalan parçası, sadece taştan değil, direnişten yapılmıştır.
Beden de bir mekân gibi çatlaklarla doludur. Her yara, her iz yaşamın ağırlığını taşır. Bir alın çizgisi, bilekte yol çizen damarlar, yüzün kırışıklıkları… Hepsi zamanın ve deneyimlerin birer yansımasıdır. Bedenin çatlakları, tıpkı duvarların dökülen sıvası gibi, bir yok oluş değil; yaşanmışlığın ve direncin işaretleridir. Her çizgi bir anının, bir acının, bir sevincin izini taşır; her kırışıklık ise geçmişin şimdide yankılanışıdır. Harabe mekânlar nasıl bir direnişi temsil ediyorsa, bedenin çatlakları da unutmaya karşı verilmiş sessiz bir savaşı simgeler.
Öte yandan hafıza bireysel değil, kolektiftir. Bir köyün yanmış evi, bir şehrin bombalanmış sokağı, bir anıtın kırık yüzeyi… Bunlar, yalnızca bireylerin değil, toplumun da hafızasını taşır. Bu yüzden yıkıntılar bizi birlikte hatırlamaya çağırır. Bir ülkenin belleği, çoğu zaman onun harabelerinde gizlidir. Yeni olanda değil, yıkılmış olanlarda; çünkü ancak yıkımın sessizliği hakikati taşıyabilir. Bir duvarın üzerindeki kurum, bir penceredeki kararma, bir sütundaki çatlak… Hepsi sessiz birer cümledir aslında. Yıkıntının dili, duygunun dilidir ve bir iç ses taşır: kayıp, yas, direniş.
Sessizliği Hissetmek

Meraklı kalabalıklar bu mekânların etrafında fotoğraflar çekerken mekân, sessizce gerçeği korur. Fotoğraf bir yüzeydir, ama hafıza ve hissedilenler bir derinliktir. Hafızanın derinliğine inmeden çekilen her kare, geçmişin gölgesine dokunamaz. Bu nedenle harabeler, tüketilemeyen mekânlardır onları anlamak, hissetmekle mümkündür. Yıkılmış bir binaya bakarken, aslında kendi içimizdeki harabeye bakarız. Kendi eksiklerimizi, kendi korkularımızı, kendi yıkılan yanımızı görürüz. Yıkıntı, dışarıdaki değil, içimizdeki boşluğu görünür kılar.
O boşlukta yankılanan tek bir kelime vardır: Hatırla. Yıkıntılarla kurulan hatıralar bize şunu hatırlatır; Bir şeyin kalıcı olması için ayakta kalması gerekmez. Bazen çöküş bir direniş biçimidir; bazen sessizlik bir çığlıktan daha güçlüdür. Her harabe, ölmemiş bir hafızadır. Zaman onu tozla kaplar; ama anılar her seferinde küllerin altından yeniden doğar.
Harabelerin Fısıldadığı

Ve belki de asıl soru şudur: Yıkıntılar, yalnızca biz hatırladıkça mı yaşar, yoksa kendi sessizliğiyle mi ayakta durur? Cevabı her taşın arasında yankılanan sessizlikte gizlidir. Çünkü bazen bir şehir yıkılır, ama hafıza yaşamaya devam eder, tozun içinde, gölgenin ucunda, duvarların arasında…
Sonuç olarak harabeler sadece geçmişin enkazı değildir, yaşamın ve zamanın sessiz şahitleridir. Her çatlak, her dökülen taş, her kararmış duvar, hatırlamanın ve hatırlanmanın ince bir izini taşır. Yıkıntılar, bize hem kaybetmeyi hem de direnmeyi gösterir; geçmişin gölgesinde bugünle buluşur, unutulanların sesi olur. Ve belki de en önemlisi, harabeler bize şunu fısıldar: Hatırlamak bir yük değil, bir bağdır. Geçmişin sessizliği içinde yürüyen adımlar, insanın kendini, dünyayı ve zamanı yeniden anlamasına aracılık eder. Her yıkıntı, ölümsüz bir hafızanın taşıyıcısıdır ve sessizce ama hiç eksilmeyen bir sabırla, yaşamaya devam eder.
Hiçbir duvar, yıkılınca bile taşıdığı hafızayı bırakmaz; tıpkı insanın da çöktüğü anda bile içindeki en derin hatıraları sırtında taşımaya devam etmesi gibi…
KAYNAKÇA
Dalgakıran, Songül. “Terk edilmiş mekanın kalıcı burukluğu”. Yüksek lisans tezi. Hacettepe Üniversitesi, 2022.
“Karanlık Turizmin Söylemi Bitmeyen Hafıza ve Anma Mekânları”. researchgate.net. WEB. 14.11.2025


