“Dinleyemiyoruz çünkü duyduklarımız hakkında fikirlerimiz var.”
O halde düşünerek başlayalım. İnancı yaratan nedir? İnsanın varoluşunda bulunan anlam arayışının bir tezahürü müdür? Peki tezahür, yaratıcılığın mı yoksa içgörüsel bir gücün mü sonucudur? Öyleyse inanç, insanın sanatını yaratırken içinde bulunduğu kültürde nasıl hayat bulur?
Yaratan

Bir canlının hayat bulmasındaki yaratım süreci ile bir insanın ürettiği eserin canlanmasındaki yaratım süreci derin bir benzerlik içermektedir. Her yaratıcı eylem, evrenin ve insanın birliğinden doğan ilahi bir süreçten ilhamını almaktadır. Mutasavvıf düşünür İbn Arabi’’nin “Vahdet-i Vücut” anlayışına göre bu ilham, tek bir bütünün parçası olunduğunu ifade etmektedir.
Aynı özden gelen varlıklar bu birliğin çeşitli formlarında tezahür ederek aynı özü yansıtmaktadır. Bu bağlamda sanatçı, eserini üretirken ruhunun derinliklerinden gelen enerjiyi evrendeki düzenin birliğine göre şekillendirmektedir. Tarihi olayları ardındaki gizemi ile birlikte eserlerinde betimleyen matematikçi ve minyatür sanatçısı Matrakçı Nasuh’un minyatürlerindeki ince işçilik, ilahi bütünlüğün enerjisini yansıtan bu şekilciliğin önemli bir örneğidir.
Hakikate karşı meraklı bir ilgi duyan sanatçı, keşfini somut bir metaforla ortaya koymayı istemektedir. Bu istek, ruhun derinliklerinden gelen bir ilhamla beraber estetik güzellikte mükemmelliğe ulaşma arzusunu da ifade etmektedir. Yaratım sürecindeki bu arzuyu “İdea” kavramıyla ilişkilendiren Antik Yunan Filozofu Platon’a göre idea, var olan her şeyin mükemmel formunu ifade etmektedir. Yaratanın amacı da bu mükemmel formu yakalamaktır. Öyleyse yaratan, yalnızca bir sanatçı değil aynı zamanda ilahi anlayışın da bir yansımasıdır.
Cumhuriyet kuşağının heykeltıraşlarından Zühtü Müridoğlu’nun, dönemin maddi yetersizlikleri nedeniyle hiçbir zaman gerçekleştiremediği bronz bloktan heykel hayali ile mermer, bakır, demir ve alçı bloktan heykelleri oyarken; blokların içinde zaten var olan mükemmel figürü özgürleştirdiği düşüncesi, yaratım sürecinin idea inancına dair bir örneğidir.
Yaratılmış Olan

Her yaratılmış eserin yaratıcısının yaşam inancını, farklı insanlarda çeşitli anlamlar oluşturacak duyularla anlattığına inanılmaktadır. Evrendeki her şeyin Allah’ın isim ve sıfatlarının bir tezahürü olduğunu söyleyen düşünce insanı Gazali’nin “Maksadü’l-esna” adlı eseri, bu inancın İslâm felsefesindeki yerini de göstermektedir. Osmanlı hattatlarından Şeyh Hamdullah’ın, Allah’ın isim ve sıfatlarını estetik bir güzellikle yansıttığı hatları yaratıcısından bağımsız olarak izleyiciye sunduğu manevi görüş ile ruhun rahatlamasını ve zihnin yeni anlamlar keşfetmesini sağlamaktadır.
Bu durum, Alman filozof Heidegger’in “Varlık ve Zaman” kitabında belirttiği gibi, var olanın kendi dasein’ını kazanmasıdır. ”Dasein”, insanın dünyadaki varoluşunu ve bu varoluşun öznel deneyimini ifade etmektedir. Eserler, yaratıcısının dasein’ını, yani onun yaşamı algılama ve deneyimleme biçimini yansıtırken kendi bağımsız varlığını da kazanmaktadır.
Avustralyalı Aborjinlerin tanınmış sanatçılarından Emily Kame Kngwarreye’nin dasein’ını kazanmış “Big Yam Dreaming” adlı eseri, Düş zamanı yaratıcılığının en iyi örneklerinden biri olarak kabul edilirken aynı zamanda izleyiciler için de bir muammadır. Aborjin kültüründe Düş zamanı; geçmişin, şimdinin ve geleceğin tüm yaratılışla döngü içinde olduğu mitolojik bir inanç sistemidir. Kngwarreye’nin inancına göre bu tuval, Düş Zamanı’nın kozmik döngüsünü soyut ve çok katmanlı bir biçimde tasvir ederek sanatçının toprakla olan ruhsal bağını ve Yam bitkisinin Aborjin kültüründeki önemini çizgi tekniği ile izleyiciye yansıtmaktadır.
Sanatçı, bilinçli olarak bıraktığı boşluklar ve belirsiz yönlerle izleyicilerin kendi bakış açılarını geliştirmelerini istemektedir. Öyleyse yaratılmış olan, tıpkı Şeyh Hamdullah’ın manevi görüşleri ve Emily Kame Kngwarreye’nin kozmik tasvirleri gibi, yaratıcısının niyetinden bağımsız olarak izleyicinin algısında yeni anlamlar kazanarak kendi başına bir varlık olarak yaşamını sürdürmektedir.
Yaratan ile Yaratılmış Olanın Diyaloğu

Sanatçının eseriyle olanla olan iletişimi, birbirini sürekli keşfeden aşık iki sevgilinin diyaloğuna benzemektedir. Bu diyalog, sınırlarını aşan her duygunun zıttına dönüşmesi gibi yaratıcısının takdiri ile bağımsızlığını kazanmış her yaratılmış eserin, sanatçısı tarafından ona dair yorumlarıyla yeniden değerlendirildiği bir döngüyü ifade etmektedir.
Sanatçının eserine yeniden bakışıyla başlayan bu döngüyü “Diyalektik” kavramıyla ilişkilendiren Alman filozof Hegel’e göre diyalektik, zıt güçlerin çatışması ve birliğinden doğan yüksek bir sentezin gelişim sürecini ifade etmektedir. Yaratıcı, eseriyle olan ilişkisini sürekli sorgulamakta, ona farklı açılardan yaklaşmakta ve böylece eserle olan bağını güçlendirmektedir.
Sufi şair Mevlâna Celaleddin-i Rumi, bu güçlü bağı “Mesnevi” adlı eserinde sıkça dile getirmekte; insanın yaratılış süreci ve varlıkla olan ilişkisini, Allah ile insan arasındaki sürekli bir konuşma olarak yorumlamaktadır. Sözgelimi, yaratıcısının memnuniyeti için kendini sürekli gözden geçiren bir insanın, sanatçı olarak ürettiği eserlerinden beklentisi de zaman, mekân ve koşul fark etmeksizin her çağda memnun kalınacak bir yaratılmış olan olmasıdır.
Yaratıcısının bu beklentisini karşılayan Rumi’nin şiirleri, yazıldığı dönemin sınırlarını aşarak yüzyıllar boyunca her okuyanı farklı bir şekilde etkileyerek yeni anlamlar sunmaya devam etmektedir. Bu bağlamda yaratan ile yaratılmış olan arasında kurulan bu diyalektik diyalog, eserin manevi gücünü derinleştirerek hem sanatçının hem de eserlerinin evrenselliğe ulaşmasını sağlamaktadır.

Sağlık sorunları nedeniyle Fransız Alpleri’ndeki bir sanatoryumda tedavi gördüğü dönemde, odasının penceresinden izlediği şafak vaktini resmeden “Yıldızlı Gece” adlı eserini defalarca yeniden düzenleyen izlenimci ressam Van Gogh, evrensel sanat eserlerinden biri olan tablosunun her tekrarına baktığında yeni bir anlam keşfetmekte ve yaratılmış olanın, yaratıcısının ruhsal yolculuğunda nasıl bir rehber olduğunu izleyicisine göstermektedir.
Dünyaya 860’ı tablo olan 2100 eser bırakan sanatçı, yaşamı boyunca yalnızca günümüzde Pushkin Müzesi’nde bulunan “Kırmızı Bağ” adlı eserinin satılmasıyla sanat tarihinde bir ilke öncülük etmektedir. Yaşarken değeri anlaşılamayan eserlerinin ölümünden sonra büyük bir hayranlık kazanması, zamanın ötesinde yaşayan Van Gogh sanatının evrenselliğinin bir delilidir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra Kurtuluş Savaşı’nı ve dönemin ideolojilerini görselleştiren tablolar üretmeye başlayan ressam İbrahim Çallı’nın, “Zeybekler Kurtuluş Savaşı’nda” adlı eserini gören Atatürk’ün Çallı’ya dönerek, “Biz Kurtuluş Savaşı’nda yiyecek ekmek bulamıyorduk, senin resmindeki atlar nasıl semirmiş böyle?” eleştirisi üzerine atları zayıf bir hale getiren Çallı, eserine yaptığı müdahale ile sanatın kolektif deneyimle olan diyalektik ilişkisinin ve izleyici keşiflerinin evrensel sanat eserlerinin gelişiminde nasıl bir rehber olduğunu gözler önüne sermektedir.
Eser, Çallı’nın vefatının 63.yılında, geçmişteki eleştirilerine rağmen Türk sanat piyasasında kazandığı yüksek değerle, çağdaş sanat koleksiyoncuları tarafından oldukça yüksek bir bedelle satışa sunulmaktadır. O halde farklı coğrafyalarda, zengin kültürlerde, uzak zamanlarda ve zor koşullarda yaratıcı eylemlerini gerçekleştirmiş her iki sanatçının da dasein’ını kazanmış eserleri, sanatın özündeki diyalektik derinliğin somut tezahürleridir.
Ve Zamansız Yolculuğu

Her yaratılmış olanın idea’ya ulaşma yolculuğundaki zamansız serüvenini “Zerdüşt’ün Böyle Buyurduğu” adlı eserinde bahsettiği “Ebedi Dönüş” fikri ile ilişkilendiren Alman filozof Nietzsche’ye göre ebedi dönüş; yaşamın sonsuz bir döngüde tekrarlandığını öngören varoluşsal bir yolculuğu ifade etmektedir. Sanatın spiritüel boyutunda bu felsefi görüş, yaratılmış olanın değerinin yeniden sorgulanmasıyla keşfedilen otantik bakış açısının izleyicide yankı bulmasını ifade etmektedir.
Japon Ukiyo-e sanatçısı Katsushika Hokusai’nin, 36 Fuji Dağı Manzarası serisinin ikonik parçası olan “Büyük Dalga” adlı eseri, bu zamansız yolculukta insanlıkla birlikte varlığını sürdüren ebedi dönüş fikrinin bir örneğidir. “Fani dünya resimleri” anlamına gelen Ukiyo-e, kâğıda çizilen resmin ahşaba oyulup, oyukların renkli mürekkeple boyanarak kağıda bastırılmasıyla oluşturulmaktadır.
Prusya mavisinin Japonya’ya yeni getirildiği dönemde 70’li yaşlarında olan Hokusai, bu rengin derinliğiyle boyadığı dalganın ürkütücü gücünden, sonsuz yaşamla özdeşleştirilen Fuji Dağı’nın dinginliğine kadar işlediği her detayıyla doğanın yıkıcı gücü ile insan ruhunun kırılganlığını tek bir dalgada birleştirerek çaresiz direnişi simgelemektedir. 17. yüzyılın başlarında ahşap baskı eserlerini yalnızca ticari bir ürün olarak gören sanat tarihçilerine ve Japon halkının batı kültürüyle yasaklanan iletişimine rağmen Hokusai’nin yaratımından ilham alan sanatseverlerden biri de Yıldızlı Gece adlı eseriyle Van Gogh’tur.
Öyleyse yaratan ile yaratılmış olanın ideaya ulaşmayı arzuladığı ebedi dönüş yolcuğundaki diyalektik diyaloğunu izleyen insanın, kendi kültüründe kazandığı dasein ile yaşam sanatında vahdet-i vücut anlayışına ulaşabilmesi için duydukları hakkındaki fikirlerinin ötesine geçerek varoluşundaki yaratıcı gücün sesini dinlemeyi öğrenmesi gerekmektedir. Bu öğreti, gürültülü fikirlerin değil düşünceli insanların içgörüsünün bir tezahürüdür.
Kaynakça
- Danto, Arthur C. The Transfiguration of the Commonplace: A Philosophy of Art. Harvard University Press, 1981.
- Rıfai, Kenan. Şerhli Mesnevi Şerif. 3 vols., Klasik Yayınları, 1985.
- Shaw, Stanford J., and Ezel Kural Shaw. Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye. 2 vols., I.B. Tauris, 2000.
- Calza, Gian Carlo. Hokusai. Phaidon Press, 2004
Kapak görseli: freepik.com


