Uzun ve yorucu bir kışı geride bırakıp bahara hazırlanmaya başladığımız şu günlerde, siyah beyaz filmlerle geçmişi tozlu raflara kaldırma ritmimizi yakalamışken 1987 yapımı bir Win Wenders filmi olan Wings of Desire bizi arada renklere çalan kanatlarıyla sarmalıyor.
Wings of Desire, modern sinemanın etkileyeci sularının buharlaşıp Berlin üzerinden yağdığı bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Film, şehrin panaromasının sinematik şiirsellikle buluştuğu bu noktada kadrajları, insan kavramını ele alışı ve varoluş üzerine yaptığı dokunuşlarla adını sinema tarihine yazdırıyor. Win Wenders’e 1987 yılının Cannes En İyi Yönetmen ödülünü getirirken; 1998 yılında Hollywood tarafından “City of Angels” adıyla, başrollerde Nicolas Cage ve Meg Ryan ile yeniden uyarlanıyor.
Görünmeyen Dünyaların Sularında

IMDb: 7.9/10
“Çocuk çocukken…
Çocuk olduğunu bilmezdi
Her şey yaşam doluydu
Ve tüm yaşam birdi…”
Hayatın anlamını ve geleceğin neler getireceğini sorguluyanların tam da aradığınız yerdeyiz. Çünkü burada kendimizi hapsettiğimiz tüm anlamlandırma çabalarından özgürleşiyoruz. Berlin’deki yaşamı Damiel (Bruno Ganz) ve Cassiel (Otto Sander) isimli meleklerin gözünden izlerken, insanların umutları, korkuları ve hayallerini görüyoruz. Berlin’in üzerinde süzülerek gezinirken insanların umutlalarına, korkularına ve içsel çatışmalarına tanık oluyoruz. Küçük dünyalarımızın büyük dertleri dile geliyor ve bizi yerle gök arasındaki bir aşkın kollarına bırakıyor.
Arzunun alıp götürebileceği en derin yere doğru giderken, bir anlık histeri ile sırtımızda bulduğumuz kanatlarımızı yanımıza almadan yapamıyoruz. Filme girişimiz, en az hikayemiz kadar şiirsel oluyor. Aşkın büyüsünde bir meleğin kanadına takılarak ulaşıyoruz. Filmin şiirsel kurgusu ve kamera hareketleri hikayeyi sinematik estetiğin sınırlarına taşıyor. 20. yüzyıl Alman şairlerinden Rainer Maria Rilker‘in dizelerinden esinlenen film içi monologlar Win Wenders ve Peter Handlke‘in kaleminden bize ulaşıyor.
Sonsuzluk ve Ölümlülük Arasında Bir Aşk

“Bazen yaşamaya devam edebilmek için eğilip bükülmek gerekiyor sanki.
Oysa yaşamak için bir bakış bile yeterli.”
Meleklerimizden Damiel’in oyuna dahil olamamışlığın sorgulamalarıyla katılamamanın acısını gözlemleme şansı buluyoruz. Bir adada yaşamak gibidir melek olmak. Herkesin gizini bilirken gize dönüşmek ve ulaşılamazlığı bir yük olarak boynunda taşımayı getirir.
Berlin senfonisine kapılmışken gerçek bir his için ölümsüzlükten vazgeçiş karşımıza çıkar. Sahneler boyunca insanların hislerini üçüncü bir gözden değerlendiren melekler, oyunun gözlemcisi olmaktansa oyuna dahil olmak ister. Filmin bir rüyayı andırması boşuna değildir. Sadece dramatik kırılım anlarında renkler değişir. Melek, bir tarapez cambazı olan Marion’a olan aşkı için kanatlarından vazgeçer. Bir an, sonsuzluğu ölüme değiştirir. Gayet makul bir takastır. Nadir bir aşkı bulmak, sonsuzluktan vazgeçişe değer değil midir? Trapez cambazı kadının Fransızca monologları aşkın dilini son sahnede Almanca monologlara taşır. Renkler anlam kazanır.
Kentin Sessiz Tanıkları

“Zaman ne zaman başladı, mekan nerede bitiyor?
Yeryüzündeki bu hayat rüya mı aslında? “
Filmin en çarpıcı özelliklerinden biri şiirsellik ve metaforik geçişlerle bir araya gelişlerin yanında gelişiyor. Akış olaylarla değil oluşlarla ilgili. Olay örgüsü yok olma hallerinin dökümü gibi zihinden zihne bir yolculuk sunuyor. Yaşamaya duyulan arzu ise tüm duyguları filtrelerden arınmış bir şekilde gözlemek değil duygunun içine girmek ve ona dönüşmek…
Melekleri yalnızca çocuklar görebilir, ancak yetişkinler için görünmezdirler bir kişi hariç: Berlin’de bir film çeken Hollywood yıldızı Peter Falk, meleklerin varlığını tuhaf bir şekilde hisseder. Falk’ın bu konumu, Wenders’in Amerika’ya olan ilgisini ve Berlin’in savaş öncesi Amerikan etkisine duyduğu derin hayranlığı gözler önüne serer. Bir yandan da 1980’lerin yerel gece kulüplerinde kaybolur, Nick Cave and the Bad Seeds’in post-punk, duygusal açıdan yoğun müziği eşliğinde Berlin’in melankolik ruhuna tanıklık ederiz.
Meleklerin Gözünden Berlin

“Bir fotoğraf kabininde fotoğrafımı beklerken başka birinin fotoğrafı çıkar.
Hikayenin başlangıcı bu olur. “
Sahneler, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından kısa bir süre önce çekildiğinden şehrin ikiye bölünmüşlüğü filmin dokunduğu tüm diyalektler gibi karşımıza oturur. Adeta Berlin’in arşiv görüntülerine dönüşür. Ayrımın karşısında bombalanmış bir şehirden kalanlar vardır. Batı Berlin’in Zafer Sütununda oturan meleklerin duvar boyunca olan yolculuğu, şehrin modernist mimarisinin örneklerinde duraklar bulur. Köksüzlüğün istediğin hayali kurabilme özgürlüğünü sunmasıyla ölümsüzlük aşk paradoksu Berlin duvaranın şehri ayırması gibi bizi de ayrır.
Duvarı aşma arzusu, en keskin yerinden yakalar bizi; tıpkı tüm yolların Roma’ya çıkması gibi, sinemanın da nihayetinde bizi bize çıkardığını hatırlatır. Agnès Varda’nın “Özgürlüğü ararken sonsuz yalnızlığı bulması” gibi, barışı bulduğumuzda da heyecanı yitirme korkusu içimizi kemirir.
Wings of Desire, eski kanatlarımızı kaybettiğimiz yerde yeni kanatlarımızın çıkacağını hatırlatır. İçinde barındırdığı tüm diyaloglarla, rüyayı andıran sahneleriyle meleklerin çağını perdeye taşır. Ve yıllar geçse de deneyselliği ve barındırdığı fikir ile eskimeyecek post-modern bir yapım olarak listelerde kalacağının haberini taşır.
İzlemek isteyenler için Wings of Desire, MUBI’nin seçkisinde bulunuyor. Fragmana buradan ulaşabilirsiniz:
“Tüm eski meleklere, özellikle de Ozu, François ve Andrey adlı meleklere ithaf edilmiştir.”
Kaynakça
• Peter Bradshaw, Wings of Desire Review – Wim Wenders’ Elegiac Hymn to a Broken Cold-War Berlin, Erişim Tarihi: 16.03.2025, Web.
• IMDb, Der Himmel über Berlin, Erişim Tarihi: 16.03.2025, Web.
• MUBI, Berlin Üzerindeki Gökyüzü, Erişim Tarihi: 16.03.2025, Web.
Kapak Görseli: Prime Video, Wings of Desire