Wildfell Konağı Kiracısı: Victoria Dönemi’nde Kadın Olmak

spot_img

Victoria Dönemi, Kraliçe Victoria’nın 1837’de tahta çıkmasıyla başlayıp 19. yüzyılın yarısından çok daha uzun sürmüştür. 1901’de Kraliçe’nin ölmesiyle sona ermiştir. Bu dönemde sanayileşmenin büyümesiyle ekonomik adaletsizler de ortaya çıkmış ve sınıf farkları daha da netleşmiştir. Aristokrat kadınlar evlerinde kütüphanelere, okuma odalarına sahip oldukları için ne kadar şanslı oldukları düşünse de kaderleri erkekler tarafından belirlenmiş ve evlerine hapsedilmişlerdi. Orta sınıfta yer alan kadınlar da evlerine hapsolmuştu ve en önemli görevleri eşlerine hizmet etmek, evlerine ve çocuklarına bakmaktı. Mal varlıkları eşleri tarafından kontrol edilirdi ve sahip oldukları hiçbir şey yoktu. Bu evcimen düşünce tarzı Victoria Dönemi’nde “iffetli kadın” imajını oluşturmuş, ataerkil toplumun yarattığı bu imaja uymayanlar ise “kötü kadın” olarak görülmüştür.

Victoria Dönemi’nde kadının toplumdaki rolü romanlara da yansır. Dönemin önde gelenlerinden Bronte Kardeşler‘in, Jane Eyre ve Uğultulu Tepeler romanları çok popülerdir. Bu kardeşlerden en küçüğü Anne Bronte, 29 yıllık kısa hayatında Wildfell Konağı Kiracısı (The Tennant of Wildfell) adlı romanı kaleme alır.

Wildfell Konağı Kiracısı Kitabının Konusu

1848’te yayımlanan Wildfell Konağı Kiracısı, gizemli bir geçmişi olan Helen Huntingdon‘ın hikayesidir. Kitabın ilk bölümü komşusu Gilbert Markham‘ın perspektifinden anlatılır. İkinci bölümde ise, Helen’in günlüğünü Gilbert ile paylaşmasıyla Helen’in sefil evliliğiyle ilgili ilk elden deneyimlerini ve sonunda bu evlilikten eski terk edilmiş Wildfell Konağına kaçışını görürüz. Burada yaşadığı süreç boyunca Helen, eşinin soy ismi olan Huntingdon yerine Graham soyadını kullanır. Çünkü kimsenin onu bulmasını istemez. Gotik malikanenin ürkütücü görünümüne rağmen, Helen ve küçük oğlu Arthur orada huzur bulurlar ve mekanın sağladığı özgürlük ve alandan keyif alırlar. Meraklı komşular ve geleneksel Victoria Dönemi ideolojisi Wildfell’deki hayatlarını etkilese de, Helen ve oğlu nispeten mutlu bir yaşam sürmeyi başarır. (Lupold, 1.)

Victoria Dönemi toplumumun kadına bakış açısını aslında daha ilk sayfalarda okuruz:

“…Kadının adı Bayan Graham’mış, matemdeymiş ama karalar bağlamamış, biraz matemdeymiş, çok gençmiş diyorlar, yirmi beş yirmi altı yaşından büyük değilmiş…” (Bronte, 11.)

Helen, toplumun gözünde uygun bir dul kadın değildir. Bu toplumun düşünesine göre dul bir kadın matemde olmalı, karalar bağlamalıdır. Daha Helen’i gördükleri ilk andan itibaren ona karşı önyargı oluştururlar. Ayrıca, genç olması onu toplumun gözünde bir tehdit haline getirir.

Bir sonraki sayfada Gilbert’in annesinin Helen’i ziyarete gidip ona tavsiyeler verdiğini görürüz:

“Ev düzeni, yemek pişirmenin incelikleri ve bunun gibi bütün kadınların bilmesi gereken şeyler… Bunları her saygıdeğer hanımın bilmesi gerekir. Hem yalnız başına olsan da hep böyle kalmayacaksın. Daha önce evlenmişsin ve belki, hatta mutlaka diyebilirim, yine evleneceksin…” (Bronte, 12.)

Bu satırlardan anlayacağımız üzere Victoria Dönemi’nde ideal kadın ev işleriyle ilişkilendirilir. Kadının görevi evini temizlemek, yemek pişirmek gibi işlerdir. Gilbert’in annesine göre ev işlerini bilmek ve evlenmek kadını saygın yapar. Bir kadının amacı bunlar olmalıdır. Ama Helen o dönemki kadınlar gibi değildir. O yaptığı resimlerle saygınlık kazanmak ister, alışagelmiş kadın portresinin dışındadır. Victoria Dönemi’ndeki sosyal normlar kadınların amaçlarını engellemektedir.

Helen sadece yalnız bir kadın olduğu için değil, “yalnız bir anne” olduğu için de gözler üzerindedir. Oğlu Arthur ile arasındaki bağ, Gilbert’in annesi tarafından zaman zaman eleştirilir:

“‘O benim tek hazinem, ben de onun tek arkadaşıyım. Ayrı kalmak istemiyoruz.’ Dobra konuşmayı seven annem ‘Ama hayatım, buna düşkünlük denir.’ diye karşılık verdi. ‘Bu gereksiz zaaftan vazgeçmelisiniz. Hem oğlunuzun bozulmasını, hem de alay konusu olmasını önlemek için.'” (Bronte, 22.)

Sadece Gilbert’in annesi değil, Gilbert’in kendisi de Helen’in anneliğini eleştirmektedir:

“Oğlunuzun şu dünyada gururla dolaşmasını istiyorsanız yolundaki taşları temizlemeye kalkmamalı, o taşların üstünden güvenle atlamayı öğretmelisiniz…” (Bronte, 24.)

Gilbert Markham, çocukların yeterince güçlü ve cesur oldukları takdirde ileride güçlü bir adam olabileceğini düşünür. Ona göre bir erkek çocuk, bir kadın tarafından yönlendirmemelidir. Gilbert, Helen’in geçmişi hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan, annelik hakkında hiçbir şey bilmeden ona tavsiyeler vermektedir. Konuşmanın devamında dönemin cinsiyet rollerine yaklaşımı görülmektedir:

“Evet ama ona kız çocuğu gibi davranacaksınız, onu şımartacaksınız ve onu Bayan Nancy’ye çevireceksiniz…” (Bronte 26.)

Gilbert ve Helen arasındaki çatışmadan anlaşılacağı üzere, kız çocuğu yetiştirmek ve erkek çocuğu yetiştirmek o dönemin toplum anlayışına göre farklıdır. Kızların daha nazik ve kırılgan olduğu anlayışı hakimdir. Kızlar anneleri tarafından yönlendirilerek erdemi ve doğruyu bulabilir; erkek çocuklarının ise yönlendirilmeye ihtiyaçları yoktur.

Helen’in dönemin alışagelmiş kadınlarından farklı yönleri olduğu roman boyunca sık sık karşımıza çıkar. Oğlunu yetiştirme tarzı, yaşam tarzı ve sanatla uğraşması… Victoria Dönemi’nde bir kadının sanatla uğraşması onu “mükemmel kadın” resminden uzaklaştırır. Ama Helen yaptığı resimlerle para kazanır ve kendi ayakları üstünden durmayı başarır. Gilbert bazen onu elinde bir kitapla çimlerde otururken görür. Okuması da onu dönemin diğer kadınların ayırmaktadır.

Romandan da anlayacağımız üzere kadını ezen sadece erkek değil, aynı zamanda hemcinsi kadınlardır da. Gilbert’ın annesine göre Helen, kötü bir kadın konumundadır, hatta oğlunun evlenmesiyle ilgili konuşurken şöyle der annesi:

“Sonra Eliza Millward gibi işe yaramaz, kendini beğenmiş, kendi mutluluğu ve çıkarından başka hiçbir şeyi umursamayan ya da Bayan Graham gibi yanlış yola sapmış, inatçı, temel görevlerinden bihaber, sadece öğrenmek istediği konularda akıllı olan bir karın olduğunda farkı anlarsın.” (Bronte, 45.)

Gilbert’ın annesi kendi değerlerine ve yargılarına göre oğluna uygun bir eş seçmek ister. Oğlunun mutluluğu hiçbir şekilde umurunda değildir. Helen’in kendi ayaklarının üstünde durmak istemesi, yalnız yaşaması, ev işlerinden çok anlamaması annesinin gözünde Helen’i iffetsiz ve kötü kadın yapar. Annesi, oğlunu böyle kadınlardan korumak ister.

Kitabın ilerleyen sayfalarında Helen üzerindeki ataerkil toplumun baskını hissetmeye başlar ve geç bir vakitte Gilbert ile görünmekten dolayı endişelenir ve ahlaksız olarak görülmekten korkar, çünkü toplumun değerleri onu etkilemektedir:

“… yalancı ve iki yüzlü olarak değerlendirilmek, nefret ettiğin bir şeyi yaptığının düşünülmesi, yolda görsen selam vermeyeceğin alçakların yüreklendirilmesi, iyi niyetinin boşa çıkması, sözde değersiz olduğun söylenerek elinin ayağının bağlanması ve savunduğun prensiplere leke sürülmesi hiç hoş değil.” (Bronte, 83.)

Romanın bir kısmının Helen’in, geçmişini yansıtan günlüğünden oluştuğunu daha önce söylemiştik. Burada Helen’in eşi Arthur ile tanışmadan önce yengesi ve amcasıyla yaşadığı dönemi görürüz. Yengesi Helen’i biriyle tanıştırıp evlendirmek ister ki bu durum dönemin büyük problemlerinden biridir aynı zamanda: Görücü usulü evlilik. Helen ise sadece aşk için evlenmek istediğini söylemekle beraber, yengesinin evlenmesini istediği adamla evlenmeyeceğini dile getirir:

“İnsan olarak değil, koca olarak nefret ediyorum. İnsan olarak onu çok seviyorum, hatta benden daha münasip bir eş bulmasını dilerim…” (Bronte, 113.)

Arthur Huntingdon ile tanışmasıyla yengesine onun hakkında sorular sormaya başlar. Ama yengesi onun evlilik için uygun biri olmadığını ve sorumsuz olduğunu söyler. Fakat ilerleyen sayfalarda Arthur’un, Helen’ın yengesi ve amcasını ikna etmesiyle bir araya gelirler.

Evlenmeleriyle birlikte Avrupa’ya balayına gittiklerinde, Helen Arthur’un aslında hiç de düşündüğü gibi biri olmadığının farkına varır. Arthur, her yeri daha önce gördüğü için alelacele geri dönmek ister. Dahası Helen’i kimseyle paylaşmak istemez, hatta tanrıyla bile:

“… aşırı dindar olmanla ilgili… Düşünüyorum da bir kadının dini, onun kocasına bağlılığını azaltmamalı.”

Arthur’a göre Helen kendini din yerine kocasına daha çok adamalıdır. Arthur, limitsiz bir gücü olduğuna ve hatta tanrıdan daha üstün olduğuna inanır. İlerleyen sayfalarda, Helen’in düşüncelerini umursamaz ve onun “tek” önceliği olmak ister. Helen’in Arthur’dan daha zeki ve kalifiyeli olması Arthur’u rahatsız eder. Arthur’un hep sarhoş olması, kadınlara asılması toplum tarafından normal karşılanır. Cinsiyet rolleri arasındaki eşitsizlik burada da kendini gösterir.

Çocukları küçük Arthur dünyaya geldiğinde, Helen ona çok ilgi gösterir. Bu ilgiyse eşi Arthur’u kıskançlığa daha fazla iter. Arthur’un onu aldatması ve bazen kaçıp Londra’ya gitmesi Helen’e evliliğini daha çok sorgulatır. Ama ne yapacağını da bilemez çünkü toplumda çocuklu ve kocasız bir kadının hoş karşılanmayacağının farkındadır. Dahası hiçbir geliri yoktur ama her şeyi göze alarak Arthur’u bırakır.

Romanın 3. bölümünde, Arthur’u ölüm döşeğinde görürüz. Bu da Victoria Dönemi romanlarının mesajlarından biridir: Ahlaklılar ödüllendirilir, ahlaksızlar ise cezalandırılır. Helen, Arthur’a üzülüp onu ziyaret etse bile Arthur bu durumdan da Helen’i suçlar ve onun da kendisiyle birlikte ölmesini ister.

“Keşke Tanrı seni de benimle birlikte alsa.” (Bronte, 352.)

Romanın sonuna geldiğimizde, nihayet Helen hak ettiği sevgiyi bulur. Gilbert ve Helen evlilikle ödüllendirilir.

Anne Bronte’nin ikinci ve son romanı olan Wildfell Konağı Kiracısı, bize Victoria Dönemi’ndeki kadın anlayışı hakkında güzel bir hikaye sunmakla kalmayıp kendi önyargılarımızı sorgulamamız gerektiğini de bize hatırlatır.

Kaynaklar:

Bronte, Anne. Wildfell Konağı Kiracısı. Çev. Mehtap Gün Ayral. İstanbul: Yedi Yayınları, 2019.

Lupold, Rebecca L. “Dwelling and the Woman Artist in The Tenant of Wildfell Hall” (2008). Graduate Student Theses.

 

 

spot_img

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Frankenstein Canavarının 90 yıllık Evrimi: Sinemada 8 Farklı Görünüm

1931'deki hantal Karloff'tan 2025'in duygusal Jacob Elordi'sine... Frankenstein canavarının sinema tarihinde Gotik edebiyat mirasını nasıl dönüştürdüğünü keşfedin.

Müzik Festivallerinin Peşinde Avrupa Turu

Avrupa'nın önde gelen müzik festivalleri ile yaz boyunca geziyoruz.

S.D.B.D.A. Veyahut Yan Yana Film İncelemesi: Birlikteliğin Birleştirici Gücü

Feyyaz Yiğit ve Haluk Bilginer’in başrolde olduğu Yan Yana, farklı dünyalardan gelen iki adamın mizah ve içtenlikle kurduğu dönüştürücü bağı etkileyici biçimde anlatıyor.

Boyarken Düşünmek: Sanatla Zihinsel Arınma

Modern çağın zihinsel gürültüsünü durdurmanın yollarından biri boyamaktır. Sanatla akışa girmek, kaygıyı azaltıp, derinlemesine odaklanma ile aracılığıyla zihinsel arınmayı mümkün kılar.

Dire Straits – Brothers In Arms: Bir Savaş Eleştirisi

Klavye ve gitarın ikonik ismi Dire Straits'in Brothers In Arms ile sunduğu savaş karşıtı bakış açısını inceledik!

Haunted Hotel Dizi Analizi: Ölüm ve Yaşam Arasında Alaycı Bir İşletme

Korku ile komedi türlerini harmanlayan Matt Roller, izleyicilere yepyeni bir fantastik evren sunuyor.

Frankenstein Filmine Referans Olan Tablolar

Frankenstein filmi yalnızca konusuyla değil, sanatsal yanıyla da bizlere çok şey anlatıyor.

TikTok’un Kütüphanesi: BookTok’ta Popüler Olan 10 Kitap

BookTok, kullanıcıların kısa videolarla paylaştığı bir dijital kitap topluluğu haline gelmiş ve bir kitabın popülerliğini hızla arttıran bir platform olmuştur.

Kayayı Delen İncir Aslında Ne Anlatıyor?

Kayayı Delen İncir, Turgut Uyar’ın 1982 yılında, ilk kez Karacan Yayınları tarafından yayımlanan ve aynı yıl Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanan şiir kitabıdır.

Julianus: Son Pagan Bizans İmparatoru

Roma'nın dinden dönen imparatoru Julianus’un Paganizmi canlandırma çabaları, askeri zaferleri ve tartışmalı politikalarıyla bıraktığı mirasın izini süren bir portre.