Virginia Woolf, Victoria döneminde edebiyata adeta modern bir pencere açan ve aynı zamanda açtığı pencerenin uçlarında korkusuzca dolaşan bir modernist yazardır.
Victoria Çağı’nda kadınların okula gönderilmemesinden ötürü erkek kardeşleri gibi okuyamadı ve eğitimini babasının kütüphanesinden kitaplar okuyarak tamamlamak zorunda kaldı. Kazandığı entelektüel birikimin olumlu izleri, kitaplarından netlikle görülmesine rağmen bunun kişiliği üzerindeki yaralayıcı yönleri de yadsınamaz. On üç yaşındayken annesinin ölümü, daha sonra kardeşinin ölümü onu derinden etkiledi. Hayatının büyük bir bölümünü delilik ve dahilik arasında geçirdi. Babasının ölümünün ardından kendisine kalan miras sayesinde hayatı boyunca para sıkıntısı çekmedi. Kendisini dönemin baskıcı ve ataerkil sistemini değiştirmeye, bir fark yaratmaya adadı. İntiharı bile aslında erkeklerin egemen olduğu, kadınların özgürlükten yoksun olduğu bir dünyaya devrimci bir duruştur. İçinde doğduğu yüzyıla tepkisini koymaktan çekinmedi. Belki bu yüzden modern akımın öncüsüdür. Bunun ayak izlerini görebileceğimiz romancı kimliğinin yanı sıra kendisi İngiliz Edebiyatında yeri tartışılamayacak bir eleştirmendir.
Feminizmin Manifestosu: Kendine Ait Bir Oda
Woolf, kitabının başlangıcında şöyle der: “Ama biz sizin, kadınlardan ve romandan söz etmenizi istedik— kendine ait bir odayla ne ilgisi var bunların? Bunu
açıklamaya çalışacağım”. Söylediğini de yapar: “Bir kadının kendine ait bir odası ve
geçinebilecek kadar geliri yoksa, roman ya da öykü yazabilmesi pek olası
değildir.” Ekonomik bağımsızlığı olmadan bir kadının yazar olamayacağını, kadının özgürlüğünün ve yaratıcılığının şartlandırıldığını söyler. Woolf’un bizzat kendisinin yazdığı kitaplardan çok düşük bir ücret elde ettiğini biliyoruz. Aynı zamanda kadınların aidiyetinin ve varoluşunun yine erkekler tarafından yazılan kitaplarla dile getirildiğinden yakınır. Bir nevi ataerkil düzene bir haykırıştır.
Kendine Ait Bir Oda aynı zamanda Woolf’un okuyucuyu kendi iç dünyasına davet ettiği bir kitaptır. Kendi portresini acımasızca çizer ve kendini tüm çıplaklığıyla eleştirilerin önüne atmaktan korkmaz.
Kendine Ait Bir Eleştiri
Mine Urgan, Woolf’un tek bir roman yazmasa bile, eleştiri yazıları sayesinde İngiliz Edebiyatında saygın bir yere sahip olacağını söyler. Entelektüel birikim elde etmesine rağmen kendini sıradan bir okuyucu sayar. Henüz gençliğinde eleştiri yazıları kaleme almaya başlayan Woolf, eleştirdiği yazarlara sivri bir dil yerine hoşgörü ve şefkat ile yaklaşmıştır. Eleştirilerinde yıkıcı ve yapıcı bir yön yoktur. Tam tersine eleştirilerinde, derin bir kavrayışı önemsemiştir. Woolf’un bu kadar başarılı bir eleştirmen olması, romancı kimliği ve eleştirmen kimliğini birleştirmesinden gelir. Öznel ve kişisel izlenimleriyle esere yaklaşmış, gelenekçi anlatı tabusuna meydan okumuştur. Kendine has gözlem yeteneği ve fikirleri, eleştiri kavramına da yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Eleştirmenin yaratıcı bir yönü olması gerektiğini vurgulamıştır. Güncesinde edebiyat yapıtlarını buzdağlarına benzeterek, çoğu eleştirmenlerin, yaratıcı yandan yoksun olduklarından, bu buzdağlarının bütününü değil, ancak suyun yüzeyindeki kısmını görmelerinden yakınır.
Eleştirinin Sınırında
Eşiyle beraber kurup Hogart Press adını verdiğini basımevi, dönemin ünlü isimlerinin de uğrak noktasıydı. Bunların arasında Katherine Mansfield, T.S.Eliot, James Joyce, Svevo, Ivan Bunin, Rilke, Freud, W.H.Auden, Stephen Spender, Cecil Day-Lewis ve daha başkaları vardı. Woolf, dönemin ünlü yazarlarından James Joyce’un geleneksel tabuyu yıkmada ve modern edebiyattaki rolünü kesinlikle reddetmez, Ulysses‘in bir başyapıt olduğunu yazardı. Buna rağmen güncesinde Joyce’tan tamamen farklı biri olarak bahseder. Onu işçi sınıfı aydını olduğunu söylerek hor görür. Tüm nefretiyle, onun ergenliğe yeni girmiş birine benzetir. Aynı zamanda Ulysses’e de ağır eleştirilerde hatta hakaretlerde bulunur. Kitabı kültürden uzak ve tamamıyla açık seçik olarak tanımlar. Mine Urgan’a göre bunun arkasında kıskançlık duygusu yatmaktadır. Bu kıskançlık, Jacob’s Room’u yazarken, güncesinde, “what I am doing is probably better done by Mr Joyce” (her halde Mr. Joyce
benim yaptığımın daha iyisini yapıyor) demesinden de anlaşılır.
Woolf’un eleştiri yazılarındaki özgün perspektifi ve başarısı yadsınamaz ama aynı zamanda Woolf’un kendisiyle çeliştiği ve hatta bazen çok ileriye gittiği de görülür. Virginia Woolf’un annesini kaybetmesinden sonra başlayan manik atakları onun kişiliğine de yön vermiş, yazarı daha acımasız ve sert biri yapmıştır.
Kaynakça
- Urgan, Mine. Virginia Woolf. Yapı Kredi Yayınları: İstanbul, 1995
- AKRA KÜLTÜR SANAT VE EDEBİYAT DERGİSİ 2018 (S.15) c.6 / s.135-144
- Tutunamayan bakışın anlatıcısı: Virginia Woolf | Feridun Andaç.