Film izlerken takip ettiğimiz olay örgüsünün yanı sıra yönetmenin bizimle iletişime geçmeye çalıştığı anları nasıl fark ederiz? Alfred Hitchcock bizimle sıklıkla iletişime geçmeye çalışan yönetmenler arasında. Bu iletişime dahil olabilmek için renk, mekân ve kostümün senaryoyla bağlantısını kurmamızı bekliyor. Bu yazıda Vertigo filminin görsel analizini yaparak filmdeki mekânsal iletişim araçlarını keşfetmeye çalışacağız. Tabii ki filmin mekânsal yorumlaması yapılırken renk ve kostümden ayrı düşünülemez. Önceliği mekânda tutmaya çabalayarak Hitchcock’un bize olayı oyuncu dışındaki araçlarla nasıl anlatmaya çalıştığını inceleyeceğiz. Eğer henüz filmi izlemediyseniz bu yazıyı okumadan önce filmi izlemenizi tavsiye ederiz.
Vertigo İnsan Olmanın Hangi Fazını Anlatıyor?

Vertigo, insanın arzu karşısında materyalist tavrını bıraktığı ve bu içgüdü aracılığıyla gerçeklikle bağlarının koptuğu o karanlık evreyi gözler önüne seriyor. İdealize ettiğimizin, gerçeklik olduğuna kendimizi inandırdığımız; zihnimize, hayallerimize ve tutkularımıza olan savaşta bilinçli şekilde kaybettiğimiz süreçleri sorguluyor. Peki bunu nasıl yapıyor?
Dedektif John Ferguson, eski bir arkadaşının eşi olan Madeleine‘i takip etmekle görevlendiriliyor. Oldukça materyalist bir adam olan John’un gözlemine göre Madeleine, geçmişte yaşamış bir kadının ruhunun kendi hayatını yönlendirdiğini düşünüyor ve hayatını ona göre yaşıyor. John’un Madeleine’e karşı duyduğu romantik ilgi, onu Madeleine’e ait düşünceleri anlama isteğine itiyor. Bu arzu içinde yolunu kaybeden John, gün geçtikçe Madeleine’in yaşadığı hayata ortak olmaya; doğruyla yanlış, gerçekle hayal arasındaki bağları görmemek üzere kendini ona teslim etmeye başlıyor. Kendi yarattığı illüzyona tutkuyla bağlanmış olan John, gerçekliği fark etse bile onu bu illüzyon doğrultusunda değiştirmeye çalışacak kadar saplantılı hâle geliyor.
Vertigo ve Görsel Anlatım
Görsel Anlatımda Renk

Vertigo’nun en dikkat çekici anlatım yollarından biri renk olarak karşımıza çıkıyor. Yoğun, tekrarlı ve kontrast renk kullanımı. Bir palet oluşturmak için genellemek gerekirse bu renkler şunlar olur: Beyaz, gri, mavi, mor, kırmızı, yeşil, sarı ve siyah. Bu renkler hakkında, çeşitli derin okumalarla, farklı tanımlar yaratmak mümkün fakat burada olabildiğince senaryoyu destekleyecek ve sahneleri anlamlandıracak tanımlamalar geliştirmeye çalıştık. Filmdeki her sahnede bilinçli bir renk seçimi var. Dolayısıyla bu beyin fırtınasında en temel örnekleri göstermeye çalışacağız.
Gri-Siyah-Beyaz: Bu üçlemenin, var oluşun katmanlarını verdiğine dair birtakım belirleyici sahneler var. Var olmak, yok olmak ve hayal/fantezi olarak bilincin bir oyunu olmak. Dedektif Ferguson da olmak üzere, günlük hayatın rutinindeki insanları genel olarak gri giyimlerle görüyoruz. Bir renk olarak varlığı tanınıyor ama henüz bir bilinç tarafından değiştirilip renklendirilmemiş, rutine bağlanmamış (Madeleine karakterinin günlük takımı gibi). Bu var oluş, sona -ölüme- yaklaştıkça siyah kostüm tercih ediliyor (Judy karakterinin öleceği gün seçtiği elbise). Beyaz renk ise genellikle siyah ile kontrast hâlde kullanılıyor. Madeleine ve John’un birlikte ormana gittiği gün Madeleine’in üzerindeki kıyafeti örnek olarak gösterebiliriz. Filmi John’un gözünden izlediğimizi fark ettiğimiz takdirde, Madeleine’in bu kostümü, ölümü hedefleyen bir bilincin yarı gerçek yarı hayalet bir görünüme kavuşmasını temsil ediyor. Bir başka örnek de John’un rehabilitasyon sürecinden sonra tekrar Ernie’s Restoran’a gittiğinde beyaz ayrıntıları olan siyah bir kostümün içindeki kadını Madeleine sanması. Siyah ve beyaz kontrastı bize, var olmayanı bilinçle var ettiğimiz o kısa illüzyonu gösteriyor.
Mavi: Kaçamadığımız gerçeklik. Bu rengi, bizi illüzyondan çıkarabilecek ipuçları veya kaoslar olarak görmek mümkün. John’un hayalle gerçeği ilk karıştırdığı an (Madeleine’i oteline kadar takip ettiği ilk sekans), kadrajdaki tek gerçek; mavi elbiseli kadının varlığı ve John’a söyledikleriydi. Bunun yanı sıra, kadrajda görülen mavi saksıdaki bitki de bu etkiyi pekiştirir. John’un Madeleine’i kaybettikten sonra gördüğü kabuslardaki mavi alarm ve içinde uyandığı pijamaların da özellikle mavi seçilmesi John’un içsel fantezi dünyasından gerçekliğe dönüşe zorlandığı anlardı. Akıl hastanesindeki süreçte de mekânın renk paleti sadece mavi tonlarından oluşuyordu. Belki de verebileceğimiz en net örnek John’un sorgu sahnesi. Bir odada mavi takım giymiş onlarca adam. Sahne, John’un gerçeklikle -maviyle- çarpışması olarak görülebilir.

Kırmızı-Yeşil: Filmin en önemli kontrastı. Sürecin renkleri. Yeşil rengini genel olarak Madeleine ile görüyoruz. John’un gözünden izlediğimiz bu olay örgüsünde yeşil; aslında o idealize ettiğimiz durumu veya kişiyi, o illüzyonu yansıtıyor. Dedektifin gerçeklikten kopup dünyayı kendi fantezileri doğrultusunda görmeye başladığı anlarda paletteki yeşil oranı artmaya başlıyor. Kırmızı ise zamanla saplantıya dönüşen bu illüzyonun riskini bize çağrıştırıyor. Yeşil, John’un Madeleine’e duyduğu yoğun aşkla birlikte yaşamı, yaşamayı, coşkuyu ve kurduğu ütopik illüzyonu ifade ederken; kırmızı bunun riskli bir yol olduğunun ipuçlarını bize vermeye çalışıyor. Bu oyunun ölümcül oluşunu sembolize ediyor. Yönetmenin en yaratıcı hamlelerinden biriyse kırmızı rengini palete, John’un Madeleine’e karşı olan sevgisi ve arzusu arttıkça eklememesi, baştan beri orada oluşu. Yönetmen belki de bu şekilde bize, bu riskli oyunun John için bir kurgu olduğunun ipucunu vermiş oluyor. Bizi bu kırmızıyla birlikte güvensiz hissettiriyor.

Mor: Filmde var olan zor renklerden biri. Çok az kullanılmasına rağmen karar anlarında karşımıza çıkıyor. Belki de en dikkat edilmesi gereken özelliği mavi ile kırmızının karışımıyla oluşan bir renk olması. Soğuk gerçeklik ile ölümcül arzu arasındaki o geçiş, o eşik diyebiliriz. (Aynı zamanda Hristiyanlıkta İsa’nın çektiği çilenin sembolüdür. Dünyevi acı ve kutsallığı temsil eder.) Carlotta tablosundaki elbisenin mor tonlarında olması bu eşiği bize gösteren ilk ipuçlarından biridir. Daha sonra da bu rengi sıklıkla Judy’e ait sahnelerde görüyoruz. Judy’nin odasının kapısının hemen yanındaki tablo mor ağırlıklı. John’un bu eşikten geçip geçmeyeceği tartışmaya açılıyor gibi. Aynı zamanda Judy ile John’un ilk randevularında Judy’nin kostümü baştan sona aynı mor tondan oluşuyor. Bu randevunun sonunda da John’u, Judy’le görüşmeye devam edip etmemek yönünde bir karar bekliyor.
Sarı: Çoğu filmde de olduğu gibi sıcaklığı, güven alanını temsil ediyor. John’a karşı anaç bir sevgi duyan Midge’in evinin baştan sona sarı tonlarında olması bunun en büyük örneği. Onun dışında sarı tonlarını bazı küçük ayrıntılarda ve iç mekânlarda da görüyoruz. John, Madeleine’in güvenini ve aşkını kazanmaya çalışırken sarı tonlarındaki objeler sahneye hâkim oluyor. Madeleine’in üzerine örtülen battaniye, ateşin önünde oturması için altına konulan yastık bunlara örnek olarak gösterilebilir.
Görsel Anlatımda Sembol ve Desen

Film, bir göz ve döngüyü ifade eden spiral, hareketli bir görsel ile açılıyor. Gözün bu grafik içinde kaybolduğunu görüyoruz. Kendini sürekli tekrar eden gerilim dolu açılış müziği de izleyeni bu döngüye çekmeye yardım ediyor. Yönetmen, karakterin bu hipnoz, takıntı durumuna nasıl kendini inandıracağını çok net bir kolaj ile bize vermiş oluyor. Daha sonrasında da bu hipnotik etkiyi birçok farklı anlatımla bize hatırlatmaya devam ediyor.
Bu konudaki en önemli örneklerden biri John’un vertigosunun tuttuğu kilise merdivenleri. Birbirini tekrar eden katlar ve perspektifin etkisiyle sonsuzdaki bir uçta birleşecekmişçesine verilen o döngüsel görsel. Benzer şekillere daha birçok farklı yerde rastlıyoruz. Saplantılı bir şekilde arzulanan kadının saç modelinde veya John’un onu ararken girdiği otellerin duvar kâğıtlarında, halı desenlerinde… Ona giden tüm yollar bir şekilde döngüsel bir desen barındırıyor. Bu imgeleri, hipnoza teslim oluş ve lineerlikten kopuş olarak tanımlayabiliriz.
Görsel Anlatım ve Mimari Bağlam

Vertigo’da, duygu durumu mimari bir dille de anlatılıyor. Madeleine’e doğru giden döngüsel desenler; karanlık, melankolik, masalsı bir iç mimarinin içinde yer alıyor. Geleneksel-Klasik Revival tarzdaki iç mekânlara, koyu ahşap tonları hakim. Film boyunca süslü, güçlü ve tehditkâr iç mekânlar görüyoruz. Oval mimari bileşenlerle de desenlerdeki döngüsellik desteklenmiş. İç mekânlardaki bu masalsı hava, yoğun ve içine çeken bir tutkuyu hissetmemize yardım ederken bir yandan da bize güvensiz bir ortamda olduğumuzu hatırlatıyor.

Dış mekânlarda ise misyon mimarisinin örneklerini görüyoruz. Carlotta’nın İspanyol kimliği üzerinden inşa edilen bu mimari seçimler, Carlotta gibi yaşayan Madeleine’in uğrak noktaları hâline geliyor. Özellikle filmin bel kemiğini oluşturan Mission San Juan Bautista Kilisesi, filmde iki büyük kırılma anında uğradığımız önemli bir yer oluyor. Oval desenlerin tekrar ettiği bu kilise kompleksi, John’un döngüdeki kaybolmuşluğunu pekiştiriyor. Filmde, birçok sahnede doğrudan misyon mimarisi örneğine rastlamasak da bu oval tarzı devam ettiren mimari ögeler bulmak mümkün. Dolayısıyla hem vertigo döngüsünü verebilmek hem de gerçeklikle bir bağlantı kurabilmek adına Carlotta için kurgulanan İspanyol kimliği ve bununla birlikte bize takip ettirilen İspanyol misyon mimarisi örnekleri çok yerinde seçimler olarak karşımıza çıkıyor.
Görsel Anlatım ve Perspektif

Hitchcock zaman zaman iç mekâna müdahale ettiği gibi, sinematografiyi güçlendirmek için, dış mekân ve doğaya da müdahale ediyor. Mission San Juan Bautista’nın gerçek mimarisine baktığımızda Madeleine’in atladığı (aslında eşi tarafından atıldığı) çan kulesi, filmde gördüğümüz yükseklikte değil. Oradan düşen bir insanın kilise kompleksinin devamı olan yapıların çatısına düşmesi imkânsız. Hitchcock, senaryoyu burada istediği doğrultuda canlandırabilmek için matte boyama dediğimiz bir teknik ile mekânı tekrar yaratıyor ve seçtiği geniş açılı lens ile o devasa görünümü arttırıyor. Matte boyama olarak bildiğimiz, aslında sahneyi en baştan çizmeye ve renk, ışık, çekim üçlüsüyle gerçekliğe yaklaşmaya çalıştığımız teknikte çan kulesi yükseltilmiş olarak karşımıza çıkıyor. Böylece mekân hem daha korkunç ve heybetli bir görünüm kazanmış hem de üzerinden atlanıldığı takdirde yandaki çatıya düşebilme mantığına oturmuş oluyor.
Bazen de yaptığı bu oyunları hiç saklama çabasına girmeden absürt perspektifsel bozulmalarla karşımıza çıkıyor. Bilinçli yapılan bu bozulmalar bazı duyguların ve içinde bulunulan hipnotik etkinin imgelerini yaratıyor. Ormanda yapılan, yaşam ve ölüm hakkındaki konuşma sırasında kadraja giren toprağın absürt parlak kırmızısı ve ağacın -yani yeşilin- olması gerekenden daha büyük olması buna örnek olarak verilebilir. Karakterler bir ağacın yanında durup onun hakkında konuşmaya başladığında ister istemez gözümüz insanla ağacı ölçeklendirmeye çalıştığında bu irrasyonel durumun farkına varıyoruz.
Bir başka örnek olarak da Madeleine ile John’un ilk öpüşmesinde dalgaların fark edilmemesi ve olanaksız derecede yükselmesi verilebilir. Dolayısıyla doğa; yaşam ile ölüm, gerçeklik ile tutku arasındaki illüzyonu göstermek için araç olarak kullanılıyor.

Finalde John’un, vertigosunu yendiği âna şahit oluyoruz veya belki de sadece artık düşmeyi umursamayacak durumda olduğunu gözlemliyoruz. Filme ismini veren vertigo, mekânsal bir etkiyle başlıyor ve finaldeki durum bize mekân aracılığıyla anlatılıyor. Görsel anlatımda yoğun renk kullanımının, bağlama uygun sembol kullanımının, mimari bir üslup oturtma ve perspektiften yararlanarak imgesel mesajlar sunmanın etkileyici örneklerini bu filmde görüyoruz. Vertigo, tüm bu özellikleriyle izleyeceğiniz değil hissedeceğiniz bir film olma kategorisine giriyor. Bazen senaryo, oyuncu üzerinden değil de yaratılan koca bir düşünsel dünya üzerinden işleniyor. Perdenin arkasından yönetmenler bize göz kırpıyor.
Kaynakça
Hitchcock, Alfred. Vertigo. 1958. Erişim Tarihi: 23.08.2025
“Vertigo.” Film Veritabanı. Web. Erişim Tarihi: 23.08.2025


