Ben: Ülker: Diriyim. Şimdilik.
Seray Şahiner’in son romanı olan Ülker Abla, Everest Yayınları tarafından Ekim 2021’de yayımlandı. 156 sayfadan oluşan bu romandaki ana karakter Ülker Abla ile ilk olarak aslında Şahiner’in 2014 yılında yayımladığı Antabus adlı romanında karşılaşıyoruz. Bir söyleşisinde Şahiner, Antabus romanındaki Ülker Abla’yı şöyle tanımlıyor. “Başkarakter değil. Kitaptaki Leyla’nın yol göstericisi. İlahi Komedya’da kahramana Araf’ı gezdiren Vergilius gibi. Araf, çünkü ikisi de ölüm ve yaşam arasında kalmış kadınlar. Ülker çareyi firarda bulmuş ve hayatla mizahı kalkan ederek başa çıkmaya çalışıyor. Hayatı boyunca ya zulüm görmüş ya dışardan bakanlar tarafından acınmış..” (1) Ülker Abla romanındaki olayları ise birincil ağızdan yani Ülker abladan dinliyor, düşüncelerine, korkularına, heyecanına her an biz okuyucular da şahit oluyoruz. Oldukça yalın günlük dille yazılmış bu kitabın içerisinde bolca argo kelime barındırdığını da söylemeden geçmeyelim. Olay odaklı ilerleyen, zaman zaman içsel konuşmalara yer veren ve aforizmalara da rastladığımız bu kitabı okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız.
‘’Hani diyorlar ya, rüyamda bunun bir rüya olduğunu biliyordum diye… Kabustayım ama bunun hayatım olduğunu biliyorum.’’(s.45)
Kimdir bu Ülker Abla? Yaşadığı tüm zorluklara rağmen pes etmeyen, her daim pratik zekasını konuşturabilen, yer yer güldüren fakat trajik hikayesiyle de yüreklerimizi dağlayan, içimizden birisi. Bizce Ülker Abla tek kişi olamaz. Ülkenin her köşesinde günlük hayatımızda belki dikkatimizi çekmeyen, elimizde kahve, gözümüzde güneş gözlüğüyle yürürken hep bir yerlerde tanımadığımız Ülker Ablalarımız var. Hiç yabancı değiliz yaşadıklarına. Yıllarca babasından dayak yiyen hatta demirle dövülmemek için kocaya kaçan fakat erkek şiddetinden kurtulamayan, bir nevi yağmurdan kaçarken doluya tutulan talihsiz bir kadın Ülker Abla. “Ülker keşke babaevinden kurtulma yolunu koca evine kaçmakta değil meslek sahibi olmakta arasaydı. Hı hı benim babam da kızım kendi ayaklarının üstünde dur kimseye müdanan olmasın diye yetiştirdi beni, ben kıymetini bilemedim!’’ “Ülker şunu şöyle yapmasaydı, Ülker çözümü böyle arasaydı…. İnsan kısmı başkasını yargılamadan kendini aklayamaz zaten.”(s.118) sözleriyle belki okurken bizim bile aklımızdan geçen düşüncelere de cevabını vermeyi unutmuyor.
“Ne sığınabilecek bir geçmişim ne yürüyebileceğim bir gelecek var. Ben burada, sığındığım yerde mahsur kaldım.. Şimdide.”(s.10)
Kitapta Ülker Ablanın bizimle paylaşacağı hayatta kalmak için verdiği mücadelesi oğlunun askere gitmesiyle başlıyor diyebiliriz. Kocasından sürekli şiddet gören Ülker Abla kocası, büyüyüp annesini savunmaya başlayan oğlundan çekindiği için az da olsa bir nefes almışken oğlunun askere gidiyor oluşu onu yine kocasıyla yapayalnız bırakıyor. O akşam yine şiddet gördüğünden artık bir karar veriyor ve oğlunun baba katili olmasından da ölümüne korkan Ülker Abla bakıyor onu evde tutacak oğlu da yok kaçıyor çocuğu için yıllardır binbir türlü zorluğa katlandığı o evden. Gidecek hiçbir yeri olmadığından kendisini daha öncesinde de uğradığı şiddetlerden dolayı alışkın olduğu acil serviste buluyor. Bu kez hasta olduğu için değil mevcut statüsü olan diriliğini korumak için, kocası tarafından bulunup öldürülmemek için.
“Mezardan çok gazetede olmaktan korkuyorum. Spor sayfasına çıkacak halim yok. Üçüncü sayfalara çıkarım anca…” (s.29)
İki gününü acil serviste geçiren Ülker Abla bir yol bulup hem hastanede yatmalı hem de karnımı doyurmalıyım diye düşünüyor. Hastanede kocası tarafından bulunmaması için kimliğini kullanmaması gerektiğinden ilerleyen günlerde kimliğini yakıyor. Ne iş yapacağını düşünürken belki de yıllardır yanında olmayan şans bu kez olsun yüzüne gülüyor ve refakatçilik fikri aklına geliyor. Bundan böyle Ülker Abla kendisini kimsesizlikten kimsesizlerin kimsesi olarak tanımlıyor. Hastaların bakımına, ihtiyaçlarına yardım ediyor onların adeta eli kolu oluyor. Refakatçilik yapacağı hastalar için genellikle ortopedi servisini tercih ediyor, yanlarında daha uzun süre kalabilmek için. İlk zamanlar hemşireler ve hastabakıcılar tarafından kovulsa da bir zaman sonra onlar da Ülker Ablayı görmemezlikten gelmeye başlıyorlar. Kitabın başında kendisinden yalnızca Ülker olarak bahsederken refakatçi olduktan sonra ona bir nevi kalkan görevi kullanacak “Abla” ünvanını ekliyor isminin yanına. Ülker Abla hastanede refakatçi yemeği ile karnını doyurarak ve ördüğü örgüleri doğumhane kapısında satıp eline geçen üç beş kuruşla hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Hayatın onun omuzlarına bindirdiği bu yükten kısa süreliğine de olsa kurtulmak için hastanenin karşısındaki düğün salonuna, tanımadığı insanların düğünlerine gitmeyi hatta onlarla fotoğraf çekilmeyi ve pastayla karnını doyurmayı çok seviyor. Hastalarının ilaçlarını almak için ve eşantiyon antidepresan bulma umuduyla da sık sık kapısını aşındırdığı bir diğer mekan ise Deva Eczanesi.
Talihsizlikler peşini bırakmamaya devam ediyor Ülker Ablanın. Hastaneden kovuluyor, geceyi sokakta geçirmek zorunda kalıyor. Bir kadının gece yarısı sokakta kendisini güvende hissetmemesini, o endişe duygusunu yazar okuyucuya derinden hissettiriyor. Geceyi atlatıp sabah elinde kahve gözünde güneş gözlüğüyle yürüyen o kadınları görünce Ülker Ablanın da içine adeta güneş doğuyor. Kimliği olmadan bir işte çalışmasının imkansız olduğunun farkında olan Ülker Abla bir tekstil dükkanına atıyor kendisini. Kitabın kadınların yaşadığı problemlerin yanında kısa da olsa değindiği bir diğer diğer konu da düşük ücretle kaçak göçmen işçi çalıştırılması. Kendisini bir anda bir oda dolu göçmen işçiyle bir arada buluyor. Akşam olunca bakıyor işçilerin hiçbiri çıkmıyor dışarıya. “Meğer işçilerin gidecek yerleri olmadığından burda kalıyorlarmış. Bu patron olacak pezevenk de işçiler malları çalıp kaçmasın diye atölyeden çıkarken kapıyı üstlerinden kilitleyip gidiyormuş. Dedim “Hadi yangın çıktı, bir şey oldu? Nefes almaya iğne ucu kadar pencere yok. Kömür olurlar.” “Kendileri kabul ediyor”dedi. Çaresizliğin adı kabul etmek olmuş.” (S.62) O geceyi Ülker Abla da onlarla birlikte geçiriyor. Diğer gün ise polis baskını olması sonucu Ülker Abla yeniden dışarıda kalıyor. Poliklinik tuvaletinde, mescitte uyuduğu zamanlar geçiriyor. Diğer devlet hastanelerinde refakatçilik yapmak için aç şekilde uzunca yürüyor. En sonunda yolda bayılan Ülker Abla gözlerini tekrardan, babaocağı olarak da tanımladığı, ilk geldiği hastanede buluyor. Ve tekrardan orada refakatçilik yapmaya başlıyor. Hastanedeyken sıksık insanlara dair gözlemlerine de rastlıyoruz. “Hastane yemeğini ilk yediklerinde, eh hadi bir deneyelim gibisine… Çatal bıçağı iyice siliyorlar. Ete güvenmiyorlar. Sadece sebzeleri yiyip etleri ayırıyorlar. Sonra ziyaretçiler gelmeyi de bırakıp telefonla aramaya başlıyor. Galeta- bisküvi de kesiliyor. Vallahi onuncu günden sonra bir yumuluşları var ki…” (s29) “Bir de şeyler var: “Bir şey lazım mı?”cılar. Hasta ziyaretine geliyorlar, “Geçmiş olsun,” diyorlar, aman ne üzülmüşler, daha önce gelirlermiş de hafta içi trafiğinde yola çıkmayı göze alamamışlar. Ellerinde bir kutu kurabiye, gelmişler, soruyorlar: “Bir şey lazım mı?” Hee kurabiye lazım”(s.45)
Ben bu hayatın ikinci elcisiyim diyor Ülker abla kitabın bir cümlesinde. Kendisini bir nevi yerleşik hayatta görmediği için ona yük edecek eşyalar biriktirmek istemiyor. Üzerinde Deva Eczanesi yazan yün ve şişlerini içerisine koyduğu bir çantası var. Bazen hastalardan kalan donları yıkayıp kullanmaya başlıyor. Bir de pardösüsü var ölen bir hastasının dolabından aldığı. Kitabı okurken hiç gözümüze çarpmayan bu detay bizi son paragrafta bir hayli şaşırtacak. Fazla detaya girdiğimiz bu yazıda o da okuyacaklara sürpriz olsun…
Ben: Ülker Abla: Diriyim. Şimdilik
KAYNAKÇA
1-https://www.diken.com.tr/seray-sahiner-kadinlar-parmakla-gosterilmeye-karsi-yumruklarini-kaldiriyor/
2- Şahiner, Seray, “Ülker Abla”, Everest Yayınları, İstanbul, 2021.



