Günümüzde dünya üzerindeki bütün toplumlarda ciddi bir eski eser koruma bilincinin geliştiği görülüyor. Tarihten günümüze kadar gelişen bu bilinçle birlikte korumaya yönelik çeşitli yöntemlerin uygulandığı da söylenebilir. Kimi zaman bir prestij göstergesi, kimi zamansa siyasi arenada kazanılmaya çalışılan bir yarışın bitiş çizgisi gibi görülen bu durum hala ülkelerin en önemli meselelerinden bir tanesidir.
Koruma Faaliyetlerinde Müzelerin Rolü

Şüphesiz ki tarihî eser denildiğinde akıllara ilk gelen kavram müzecilik olacaktır. Müzecilik olgusuna dair ilk örnekler yüzlerce yıl öncesine kadar gitmektedir. İlk örneklerin, Antik Çağ’da Atina Akropolü’nde kurulan Pinakotheka ve MÖ 4. yüzyılda İskenderiye’de kurulan müze olduğu söylenebilir. Elbette bu örnekler modern anlamda bir müzecilik anlayışının örnekleri olarak nitelendirilemez. Rönesans’tan itibaren eski eserler üzerinde artan ilgi ve uygulamalar, modern müzecilik anlayışının temellerini oluşturmaktadır.
Müzeler, tarih boyunca prestijin birer göstergesi olmuşlardır ve bu nedenle onlara atfedilen önem fazladır. Birçok burjuvanın ve devletin finanse ettiği kazı çalışmalarının meyvelerini, müzecilik üzerinden görmek mümkündür. Halka yönelik birer teşhir mekanı olan müzeler, aynı zamanda bir ülkenin millî bilincinin ve vizyonunun ortaya konulduğu yerlerdir. Dünya üzerinde tarih boyunca sürdürülen tahakküm ve egemenlik savaşlarının belki de en önemli örneklerini müzecilik olgusu üzerinden gözlemlemek mümkündür. Tüm devletler, tarih bilincini kullanarak kültürel bir savaşın galibi olmak için canlarını dişlerine takıp bünyesindeki eserlerini koruyor; hatta korumakla kalmıyor, müzeler üzerinden güçlerini tüm dünyaya empoze etmeye gayret ediyorlar.
Türk Kültüründe Eski Eser Bilincinin Gelişimi

18. yüzyıldan itibaren tüm dünyada gelişim gösteren ve bir disiplin olarak bilim dünyasının içerisinde kendisine yer edinen arkeoloji, eski eser bilincinin gelişime doğrudan katkı sağlamıştır. Bu dönem içerisinde özellikle Osmanlı Devleti’nin konumu ve bünyesinde barındırdığı zengin kültürel birikim Batı’nın yoğun ölçüde ilgisini çekmiştir. Maalesef 19. yüzyıl içerisinde Osmanlı toprakları üzerinde eser kaçırma hareketi büyük bir hız kazanmıştır. Özellikle; Alman, İngiliz, Fransız ve Avusturyalıların yoğun faaliyetleri, topraklar üzerinde büyük bir eser kaçırma hareketinin temelini oluşturmaktadır. Ayrıca yine 19. yüzyıl içerisinde Osmanlı toprakları üzerinde gerçekleştirilen arkeolojik kazıların yabancı uzmanların elinde bulunması, kaçakçılık faaliyetlerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti’nde çeşitli düzenlemeler yapılmaya çalışılsa da Batı’ya olan bağlılık bu çalışmalarının önünü kesmiştir. Bu dönemde Osmanlı’nın ne yazık ki tarihi bilinci ve eski eser olgusu üzerindeki çalışmaları yok denecek kadar azdır. Bu bilincin azlığı kaçakçılık faaliyetlerini körüklemiştir. Arkeolojinin topraklar üzerindeki gelişimine kıyasla müzeciliğin gelişiminin daha yavaş olması, yabancı devletlerin zenginleşmesine olanak sağlamıştır.
Bu dönemde Avrupalılar, yapacakları kazılar için gereken fermanları alarak Anadolu’ya yayılım göstermiş ve birer birer değerli eserleri kendi ülkelerine kaçırmışlardır. Bu sürecin Osman Hamdi Bey (1842-1910) zamanına kadar sürdüğü söylenebilir. Osman Hamdi Bey’den sonra tarihî eser korumacılığı üzerine çeşitli düzenlemeler yapılarak, müzecilik adına önemli adımlar atılmaya başlanmıştır fakat bu döneme kadar Osmanlı’da büyük bir bilinçsizlik ve topraklarında büyük bir kaçakçılık durumu yaşanmıştır.
Tarihî eserler üzerinde yaşanan bu tutum değişikliği elbette Batı’nın zarar verici davranışlarının neticesinde ortaya çıkmıştır. II. Mahmut Dönemi’nde Avrupa’ya gönderilen öğrenciler, Batı’nın kültürel bilincini gördükleri için ülkeye döndüklerinde bu bilincin yansımalarını da beraberinde getirmişlerdir. Ayrıca Osmanlı’nın, kendi topraklarından kaçırılan eserlerin Batı tarafından ne kadar önemsendiğini görmesi de bu bilincin ateşlenmesine neden olmuştur.
Osmanlı’nın eski eser korumacılığı anlamında attığı en somut adımlardan bir tanesi, İstanbul’un fethinden önce ve fethinden sonraki süreçte ele geçirilen kıymetli silahların Aya İrini’de koruma altına alınmasıdır. Bu koleksiyonun 1726 yılında askerî bir müze haline getirildiği görünse de bu hareket tam anlamıyla bir müzecilik hareketi olarak adlandırılamaz. Osmanlı Devleti’nde modern müzeciliğin temelleri ise 19. yüzyılın ortalarına doğru atılmıştır. Sultan Abdülmecid’in Yalova civarında yaptığı gezi sırasında gördüğü eski eserlerin İstanbul’a getirilmesini istemesi ve bu eserlerin Fethi Ahmet Paşa tarafından Aya İrini’de koruma altına alınması hem modern anlamda eski eser koleksiyonculuğunun hem de müzecilik anlayışının temellerini oluşturmaktadır.
Osman Hamdi Bey Dönemi

11 Eylül 1881 senesinde müze müdürlüğüne atanan Osman Hamdi Bey, Fethi Ahmet Paşa’nın Aya İrini bünyesinde koruma altına aldığı eserlerden kurumsallaşmış gerçek bir müze ortaya çıkarmıştır. İstanbul’da yer alan müzenin bu dönemde bilimsel tasnif yöntemlerine göre yeniden oluşturulduğu söylenebilir. Bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi olarak adlandırılan müze, uluslararası arenada gördüğü değeri ve övgüyü Osman Hamdi Bey’e borçludur.
Osman Hamdi Bey, Batı ile doğrudan etkileşime geçmiş bir isimdir. 1860 senesinde hukuk eğitimi için gittiği Paris’te resim eğitimi almıştır. Paris’te bulunduğu dönemde Ingres, Delacroix ve Courbet gibi isimler hayattaydı. Ayrıca 19. Yüzyılın ikinci yarısında pozitif bilimlerde yaşanan gelişmeyle de bizzat yüz yüze gelmiştir.
Osman Hamdi Bey Dönemi’nde, 13 Mayıs 1889 tarihinde bir Müze-i Hümayun Nizamnamesi çıkarılmıştır. Bu nizamnamenin en dikkat çekici yanı 14. maddesidir. Bu maddede müzelerin başkent dışındaki yerlerde de kurulabilmesi öngörülmüştür ve bu nedenle müzecilik girişimlerinin Osmanlı’nın bütün topraklarına yayılması bakımından bir başlangıç olarak kabul edilebilir.
Âsar-ı Atikâ Nizamnamesi

(Takvîm-i Vakâyi Gazetesi, No 1053, 1285 Za. 1-13 Şubat 1869) Kaynak, s://turkiyeturizmansiklopedisi.com
Tanzimat Dönemi‘nin şüphesiz en önemli olaylarından biri 14 Şubat 1869’da çıkarılan Âsar-ı Atikâ Nizamnamesidir. Günümüz şartlarıyla değerlendirildiğinde çok da yeterli görünmeyen bu nizamname örneği aslında Türkiye’deki eski eserler hukukunun temelidir. 1874 yılında çıkarılan Âsar-ı Atikâ Nizamnamesi ise bir önceki nizamnameden çok daha geniş ve kapsayıcıdır fakat bazı sorunları da beraberinde getirmiştir.
1874 nizamnamesinin içerisinde eski eserlerin yurtdışına kaçırılmasını önleyecek herhangi bir maddenin bulunmaması, eser kaçakçılığını engelleme konusunda başarının sağlanamamasına sebep olmuştur. Hatta bu nizamname ile eser kaçakçılığına adeta bir kolaylık sağlandığı da söylenebilir. Üstelik bu nizamnameye göre kazılarda ele geçirilen eserlerin bir kısmı devlete, bir kısmı kazıyı yapan, kişiye bir kısmıysa arazi sahibine ait olmuştur. Haliyle böyle bir ortamda kültürel değerlerde bir zararın ve kaybın meydana gelmesi kaçınılmaz olmuştur. 1874 nizamnamesinin yarattığı sorunlar ancak on sene sonra giderilebilmiştir. Osman Hamdi Bey’in göreve geldikten sonra yaptığı ilk iş bu nizamnamede bir değişikliğe gitmek olmuştu. Hazırlanan yeni nizamname 21 Şubat 1884 tarihinde yürürlüğe girmiş ve 89 sene boyunca Türkiye’deki tek eski eser yasası olarak yürürlükte kalmıştır.
Kaçırılan Eserlerden Örnekler: Bergama Zeus Sunağı ve Truva Hazineleri

Özellikle Bergama Zeus Sunağı örneği bugün bile Türkiye’nin kültürel gündemini meşgul etmektedir. Sunak, 19. yüzyılın ikinci yarısında aşama aşama Osmanlı topraklarından kaçırılmıştır. Carl Humman tarafından Bergama’da 1878 tarihine kadar gerçekleştirilen tüm çalışmalarda, Osmanlı Devleti’nden izin alınmadan ele geçen eski eserler Almanya’ya gönderilmiştir fakat gösterilen tepkilerden olsa gerek, Almanların talebi doğrultusunda Osmanlı Devleti Maarif Nezareti’nden 2 Ağustos 1878 tarihinde resmî kazı izni alınmıştır. İlerleyen senelerde bu kazı izninin Almanların lehine göre değiştirildiği açıktır. Zeus Sunağı’nın son parçaları da 1882 yılında Berlin Müzesi’ne götürülmüştür. Bugün, 1930 yılında tamamlanan Bergama Müzesi’nde sergilenmektedir.
Anadolu toprakları için bir diğer can sıkıcı eser kaçakçılığı örneği ise Truva Hazinesi örneğidir. Hazinelerin Schliemann tarafından yurtdışına kaçırılmasını takiben Atina’da görülen davada, durumu kendi çıkarlarına göre kullandığı görülür. Dönemin hem siyasî hem de iktisadî atmosferinden ise sonuna kadar yararlanmıştır. Schliemann’a Maarif Meclisi tarafından 1875 yılında, bir daha Truva’da araştırma izni verilmemesi konusunda bir karar alınmıştır. Fakat bu karara rağmen Schliemann’a sonraki yıllarda dört sefer daha kazı izni verilmiştir. Bu süreçte Schliemann çok sıkı bir denetim altında tutularak baskı içerisinde çalışmalarını gerçekleştirse de elbette verilen bu izinler, hukukun ve tarihsel bilincin çok büyük eksikleri olduğunu gözler önüne sermektedir. Mevcut olan bu tarihsel bilinç eksikliği ve hukuk konusunda yaşanılan aksaklıklar Türkiye’nin kültürel zenginliğine büyük zararlar vermiştir.
Tarihsel süreç içerisinde, Anadolu’da yaşanan kayıplar hepimize bir ders olmalı ve toplumumuzdaki her bireyde bir tarih bilinci oluşturulmalıdır. Aksi takdirde hukuki düzenlemeler ne kadar sıkı olursa olsun, kültürel kayıplarımızın artışında hiçbir değişiklik olmayacaktır çünkü tarihini tanımayan ve bu bilinci oturtamamış bir toplum, kültürel hazinesinden kayıplar vermeye mahkumdur.
Kaynakça
Taşbaş, Erdal (2017). Osmanlı’da Eski Eser Korumacılığı ve Bir Örnek: Osman Hamdi Bey’in Side’ye Göçmen İskânını Engelleme Çalışmaları. Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 10, Sayı 2, Aralık 2017, ss.1315-1336
Sönmez, Ali. “Truva Hazinelerinin peşinde Bir Hukuk mücadelesi: Osmanlı Devleti ve Schliemann Davası”. OTAM Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, c. 29, sy. 29, 2011, ss. 215-28, doi:10.1501/OTAM_0000000573.
Bayrakdar, Bayram, Kucak, Bayram, Karabulut Irmak, Ege, İzzet ve Öcal, Murat “OSMANLI ARŞİV BELGELERİ IŞIĞINDA BERGAMA ZEUS SUNAĞI’NIN BERLİN’E GÖTÜRÜLÜŞÜ HAKKINDA BAZI DÜŞÜNCELER”. Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 17, sy. 34 (Eylül 2017): 43-67


