Türk edebiyatında yabancılaşma kavramı, bireyin içinde bulunduğu topluma, ailesine, değerlerine, hatta kendine karşı yabancı hissetmesi ve bunun sonucunda yalnızlaşması olarak öne çıkar. Toplumsal değişimler, modernleşme sancıları, gelenek ve yenilik çatışması, bireyin iç dünyasında derin izler bırakmış ve bu da edebî eserlerde karakterlerin yaşadığı yabancılaşma temasıyla işlenmiştir.
1. Ahmet Cemil – Mai ve Siyah (Halit Ziya Uşaklıgil)

“Ah! Biçare hırpalanmış hayat… mai bir gece ile siyah bir gece arasında geçen şu nasipsiz, bahtsız ömür…”
Ahmet Cemil, Halit Ziya Uşaklıgil‘in Mai ve Siyah eserinin başkahramanıdır. Hayalperest bir genç olan Ahmet Cemil, edebiyata büyük bir tutkuyla bağlıdır ve Batılı anlamda sanat yapma arzusuyla yanıp tutuşur. Ancak içinde yaşadığı toplum, ailesi ve ekonomik koşulları bu hayallerin önünde büyük bir engeldir. Ahmet Cemil, eğitimli ve kültürlü bir birey olarak, Osmanlı’nın çöküş döneminde, geleneksel değerler ile Batı’dan gelen yeni fikirler arasında sıkışıp kalmıştır. Mai, onun düşlerini ve umutlarını, siyah ise karşılaştığı acı gerçekleri temsil eder. Hayal ettiği gibi büyük bir yazar olamaz; sevdiği kadınla evlenemez, toplumun beklentileri ve maddi sıkıntılar onu bambaşka bir noktaya sürükler. Ahmet Cemil’in yaşadığı yabancılaşma, sadece bireysel değildir; o aslında Osmanlı aydınlarının modernleşme sürecindeki yalnızlığının ve çıkmazlarının bir sembolüdür.
Ahmet Cemil’in yabancılaşması, onun hayalleri ile gerçekler arasındaki derin uçurumdan doğar. Başlangıçta, edebiyat aracılığıyla kendini var etmeye çalışır. Ancak karşılaştığı yozlaşmış çevre, edebiyatın ticari bir araç olarak kullanılması ve maddi imkânsızlıklar; onu büyük bir umutsuzluğa iter. Çalıştığı gazetede özgün eserler ortaya koymak isterken, para kazanmak için sıradan ve ruhsuz metinler yazmak zorunda kalır. Aynı zamanda, en büyük dayanağı olan annesini kaybetmesi, kız kardeşinin mutsuz bir evliliğe sürüklenmesi gibi olaylar, onu tamamen toplumdan koparır. Ahmet Cemil, tüm umutlarını yitirdiğinde ve ideallerinin gerçekleşmeyeceğini anladığında, İstanbul’dan ayrılmaya karar verir. Bu noktada, tam anlamıyla bir içe kapanış ve dünyaya yabancılaşma yaşar. Onun trajedisi, sadece bireysel bir başarısızlık değil, aynı zamanda bir kuşağın yaşadığı kimlik bunalımının da bir yansımasıdır. Ahmet Cemil, hayalleri uğruna mücadele eden ama sonunda toplumun ve hayatın acı gerçekleri karşısında yenik düşen bir aydının hikâyesidir.
2. Suat – Eylül (Mehmet Rauf)

“Her şeyin, ilk istek ve renklerin bolluğundan sonra yavaş yavaş bir yok oluşla hüzün ve kedere, kasvet ve karanlığa gidişi onu damla damla öldüren bir uyuşturucu gibi geliyor ve kendi buna kurban olduktan sonra bunun sadece kendisi için olmayıp böyle umumi bir kanun olduğunu görmekten acı bir teselli buluyor, garip bir keder sarhoşluğuyla kalıyordu.”
Suat, Mehmet Rauf’un Eylül romanının başlıca karakterlerinden biridir ve edebiyatımızda psikolojik yabancılaşmayı en derin yaşayan kahramanlardandır. Suat, geleneksel Osmanlı ailesi içinde yetişmiş, evlilik hayatını toplumun belirlediği kurallar çerçevesinde yaşayan bir kadındır. Kocası Süreyya ile olan evliliği, yüzeyde uyumlu ve huzurlu görünse de derinlerde duygusal bir boşluk barındırır. Süreyya, Suat’ı sever ancak ona tutkuyla bağlanmaz; bu da Suat’ın zamanla duygusal olarak yalnızlaşmasına ve ruhsal bir boşluğa sürüklenmesine neden olur. Hayatındaki bu eksiklik, onun iç dünyasında giderek büyüyen bir huzursuzluğa dönüşür. Kadının sadece bir eş ve ev hanımı olarak görülmesi, bireysel varlığını ortaya koymasına engel olur ve bu durum Suat’ın kendi benliğinden kopmasına, yaşadığı hayata yabancılaşmasına yol açar.
Suat’ın yabancılaşması en belirgin şekilde Necip’e duyduğu aşk ile ortaya çıkar. Necip, Süreyya’nın yakın arkadaşıdır ve Suat ile zamanla aralarında güçlü bir duygusal bağ gelişir. Suat, bu yasak aşka direnmeye çalışsa da içinde bastırdığı duygular onu derin bir vicdan muhasebesine sürükler. Ancak içinde yaşadığı toplumun değer yargıları, ahlaki baskılar ve kendi vicdanı, onun bu aşkı yaşamasına izin vermez. Kendini içinde bulunduğu hayata ait hissedemeyen Suat ne evliliğinde ne de aşkında tam anlamıyla bir huzur bulabilir. Sonunda, bu içsel çatışmaların ve bastırılmış duyguların bir sonucu olarak, büyük bir trajedi yaşanır ve Suat, yangın sırasında hayatını kaybeder. Onun ölümü, sadece fiziksel bir son değil, aynı zamanda yaşadığı duygusal ve toplumsal çıkmazın kaçınılmaz bir sonucudur. Suat’ın hikâyesi, bireyin kendi hisleri ve toplumsal normlar arasındaki çatışmasının, insan ruhunu nasıl derin bir yabancılaşmaya sürükleyebileceğinin en çarpıcı örneklerinden biridir.
3. Raif Efendi – Kürk Mantolu Madonna (Sabahattin Ali)

“Ona ne kadar muhtaç olduğumu şimdi anlıyordum. Ben hayatta yalnız başına yürüyebilecek bir insan değildim.”
Raif Efendi, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanının başkahramanı olarak, Türk edebiyatında yabancılaşmanın en derin örneklerinden birini temsil eder. Sessiz, içine kapanık ve silik bir karakter gibi görünen Raif Efendi, aslında büyük bir iç dünya zenginliğine sahiptir; ancak yaşadığı çevre, onun bu dünyasını paylaşmasına ve kendi kimliğini ortaya koymasına izin vermez. Küçük yaşlardan itibaren aile ve toplum baskısıyla yetişen Raif Efendi, hep edilgen bir birey olarak kalmış, kendi kararlarını verme gücünden yoksun bırakılmıştır. Ailesinin yönlendirmesiyle bir sabun fabrikasında çalışan Raif Efendi, iş arkadaşları ve ailesi tarafından sürekli küçümsenen, hiçbir varlık göstermeyen biri olarak görülür. Fakat bu dışarıdan silik ve sıradan görünen adam, içinde derin bir yalnızlık ve yabancılaşma yaşamaktadır.
Raif Efendi’nin yabancılaşmasını en iyi şekilde ortaya koyan olay, Maria Puder ile yaşadığı aşk ve sonrasında içine düştüğü ruhsal çöküştür. Almanya’da bulunduğu dönemde tanıştığı Maria, onun gerçek benliğini ve duygularını anlayan tek kişidir. Maria, Raif’in hayatta hissettiği boşluğu dolduran ve ona kendisini değerli hissettiren bir figür haline gelir. Ancak kaderin acımasız cilvesiyle, Maria’yı kaybeden Raif, artık tamamen dünyadan kopmuş bir insana dönüşür. Türkiye’ye döndüğünde, evliliği ve iş hayatı onun için yalnızca zorunlu birer yük haline gelir. Maria’dan sonra hiçbir şeyin anlamı kalmaz ve Raif Efendi, iç dünyasına hapsolmuş bir şekilde yaşamaya devam eder. Onu tanıyan herkes onu sıradan, silik bir adam olarak görse de, Raif Efendi aslında ruhen bu dünyaya çoktan veda etmiş, kendi duygularını ve anılarını saklayan bir hayalet gibi varlığını sürdürmektedir. Onun hikâyesi, bireyin hissettiği derin yabancılaşmanın ve iletişimsizlik içinde kaybolan bir hayatın en dokunaklı örneklerinden biri olarak Türk edebiyatında unutulmaz bir yer edinmiştir.
4. Selim Işık – Tutunamayanlar (Oğuz Atay)

“Yalnızlık. Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelime ile birlikte yaşadı insanın içinde.”
Selim Işık, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanının en önemli karakterlerinden biri olarak, Türk edebiyatındaki yabancılaşmış bireyin en çarpıcı örneğidir. Romanda doğrudan anlatıcı olmasa da, hikâye onun yaşamı ve intiharı üzerine kuruludur. Selim, hayata karşı güçlü bir duyarlılığa sahip, ancak bu dünyaya ait hissetmeyen bir insandır. Topluma, düzene, ailesine, dostluk ilişkilerine ve hatta kendisine bile yabancılaşmış bir karakterdir. O, sıradan insanlarla bağ kuramaz, sistemin dayattığı kurallar içinde var olamaz ve tutunmak için gereken uyumu gösteremez. Bu yüzden, roman boyunca “tutunamayan” olarak sembolize edilir. Selim, zekâsı ve duyarlılığıyla çevresindeki insanlardan farklıdır; toplumun sıradan, yüzeysel değerlerine ve samimiyetsiz ilişkilerine ayak uyduramaz. Kendi içinde yaşadığı bu büyük varoluşsal çatışma, onu giderek daha da yalnızlaştırır.
Selim Işık’ın yabancılaşması, yaşadığı dünyada anlam arayışı ve bu anlamı bulamayışıyla derinleşir. Çocukluk döneminde başlayan uyumsuzluğu, ilerleyen yıllarda artarak devam eder. Akademik ve sosyal hayatta başarılı olabilecek kapasiteye sahip olmasına rağmen, hiçbir yere ait hissetmez ve hiçbir başarı ona tatmin getirmez. Dostu Turgut’un gözünden anlatılan Selim, sistemin dışına itilen, kendi ideallerini gerçekleştiremeyen ve sonunda varoluşsal bir boşluğa düşerek intihara sürüklenen bir karakterdir. Selim, modern bireyin yaşadığı yabancılaşmanın en güçlü temsillerinden biridir. Hem toplum tarafından dışlanan hem de kendi iç dünyasında bir çıkış yolu bulamayan bir figürdür. Onun intiharı, sadece bireysel bir çöküş değil, aynı zamanda modern insanın varoluşsal sıkışmışlığının ve yalnızlığının trajik bir göstergesidir. Selim Işık, Tutunamayanlar’ın içinde kaybolan ama edebiyat tarihinde unutulmaz bir iz bırakan bir karakter olarak, Türk edebiyatındaki en güçlü yabancılaşma temsillerinden biri haline gelmiştir.
5. Hikmet Benol – Tehlikeli Oyunlar (Oğuz Atay)

“Beni hemen anlamalısın… Çünkü ben kitap değilim; çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz. Yaşarken anlaşılmaya mecburum.”
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar ile başlattığı yabancılaşmış birey teması, Tehlikeli Oyunlar’da da Hikmet Benol karakteriyle devam eder. Hikmet, modern dünyanın dayattığı değerlere uyum sağlayamayan, toplumun içinde ama ona tamamen yabancı bir bireydir. Roman boyunca iç çatışmalar, hayaller ve gerçekler arasında sıkışıp kalmıştır. Toplumun ve ailesinin ondan beklediği sıradan bir hayatı yaşamayı reddeder ancak alternatif bir çıkış yolu da bulamaz. Karısından ayrıldıktan sonra bir gecekonduda yaşamaya başlar ve giderek yalnızlaşır. Yaşamını, geçmişe duyduğu özlem ve kendini sorgulamalarla tüketir. Bu süreçte, gerçek dünyayla ilişkisi kopmaya başlar ve zihninde kendi kurduğu oyunlarla yaşamaya çalışır.
Hikmet’in yabancılaşması, topluma karşı duyduğu öfke, aidiyetsizlik hissi ve kendi kimliğiyle yaşadığı çatışmalardan beslenir. Kendini anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken, gerçek ile kurgu arasında kaybolur. Onun yaşadığı yabancılaşma, sadece topluma değil, kendi benliğine ve geçmişine karşı da bir mesafe koymasına neden olur. En sonunda, bu çıkışsızlık içinde kaybolarak modern bireyin varoluşsal yalnızlığını en derin şekilde hisseden karakterlerden biri hâline gelir.
Türk edebiyatında yabancılaşma, bireyin toplum, çevre ve hatta kendi benliğiyle olan çatışmasını derinlemesine işleyen bir tema olmuştur. Bu karakterler, toplumun beklentilerine uyum sağlayamayan, kendi iç dünyalarına çekilen ve çoğu zaman yalnızlığa mahkûm olan bireyleri temsil eder. Onların yaşadığı yabancılaşma, edebiyatın sadece bir anlatı unsuru değil, aynı zamanda insanın varoluşsal sorgulamalarına bir ayna tutan güçlü bir araç olduğunu gösterir. Bu karakterler aracılığıyla Türk edebiyatı, bireyin iç dünyasındaki çıkmazları, hayal kırıklıklarını ve anlam arayışını derinlemesine ele alarak okura, kendi yabancılaşmasını sorgulama fırsatı sunar.
Kaynakça
- Tanpınar, Ahmet Hamdi. Halid Ziya Uşaklıgil (Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu). Edebiyat Üzerine Makaleler, 3. baskı, Dergâh Yayınları, 1992, İstanbul.
- Uşaklıgil, Halit Ziya. Mai ve Siyah. İstanbul, İletişim Yayınları, 1898.
- Rauf, Mehmet. Eylül. İstanbul, İletişim Yayınları, 1901.
- Ali, Sabahattin. Kürk Mantolu Madonna. İstanbul, YKY, 1943.
- Atay, Oğuz. Tutunamayanlar. İstanbul, İletişim Yayınları, 1971.
- Atay, Oğuz. Tehlikeli Oyunlar. İstanbul, İletişim Yayınları, 1973.
- Ön görsel: de.vecteezy.com