İzlediğimiz bazı filmler vardır ki mutlu sonla bitmez. Finalinde yalnızca karakterler değil, izleyici olan bizler de bir şeylerimizi kaybederiz. İzlerken değil ama bittikten sonra insanın içine çöker. Karakterlerin yaşadığı trajediler, kayıplar ve kırılmalar uzun süre zihnimizden çıkmaz. Travmatik sonlarla biten filmler bizlere hayatın acımasız yanını gösterir. İşte izledikten sonra kalbinizde iz bırakacak; kimi zaman bir kayıp, kimi zaman bir ayrılık, kimi zamansa geri dönüşü olmayan bir kırılmayla sona eren filmlerle karşı karşıyasınız.
1- Midsommar (2019)

Ailesini trajik bir biçimde kaybeden Dani, zor günler yaşadığı süreçte sevgilisi ve arkadaşlarıyla İsveç‘te 90 yılda bir düzenlenen festivale gider. Ancak bu festivalin ne içeriğini ne de nasıl sonuçlanacağını bilmemektedir. İlk başta huzurlu ve pastoral gibi görünen festival, zaman ilerledikçe rahatsız edici ve şiddet içermeye başlayan bir ritüele dönüşür. Dani, ailesini korkunç bir şekilde kaybedip dünyada yalnız kaldığını düşünürken bu yas içerisindeyken kendini festivalde bir tür tarikatın içinde bulur. Önce arkadaşları kaybolur; filmin sonuna doğru ilerlerken Dani, sevgilisinin de ihanetiyle karşılaşır ve onu tarikatın ritüeline katarak kurban etmeyi seçer. Filmin sonunda çiçeklerle kaplı Dani’nin yüzünde hem korkutucu hem de huzurlu bir gülümseme görürüz. Midsommar‘da karakterimiz Dani’nin yavaş yavaş aklını ve iradesini kaybetmesine şahit oluruz. Finalde Dani’nin acıdan çıkıp ait olduğu yeri bulmuş gibi görünmesi hem çok trajik hem de oldukça rahatsız edicidir.
2- Blue Valentine (2010)

Dean ve Cindy‘nin ilişkisini iki farklı zaman diliminde anlatan film, ilişkilerin trajik yönlerini ve sonunu bizlere gösteriyor. Dean ve Cindy, başta birbirlerine tutkuyla bağlanan ancak zamanla iletişimleri bozulan bir aşkın hikâyesidir. Dean’in alkol sorunları ve Cindy’nin hayal kırıklıkları ilişkilerini yıpratmaya başlar. Çocuk için devam ettirdikleri ilişkileri ise ne yazık ki biten bir aşk ve evlilikle son bulur. Bizler çiftin başlangıcını da yavaş yavaş çöküşünü de aynı yoğunlukta görürüz. “Biten bir aşk” fikrini sevmediğimiz için, filmin bitişi bizde trajik bir etki bırakır. Filmin sonunda, âşık oldukları ve birbirlerini büyüledikleri ilk zamanlar ile evliliklerinin çöktüğü; sevgilerinin yerini öfke ve kırgınlığın aldığı yıllar karşılaştırılır. İzleyicide sürekli şu soruyu uyandırır: “Bir zamanlar güzel ve huzurlu olan anlar şimdi neden böyle trajik şekilde sonlanıyor?”
3- The Pianist (2002)

Film, ünlü piyanist Wladyslaw Szpilman‘ın anılarına dayanmaktadır. Szpilman’ın Nazi işgaliyle birlikte Yahudi halkının maruz kaldığı zulmü, toplama kamplarında müzikle hayata tutunma çabasını ve açlık ile ölüm tehlikesi içinde hayatta kalma mücadelesini izleriz. Szpilman, ailesinin toplama kampına gönderilişini izlemek zorunda kalır ve bir daha onları göremez. Yıkılmış şehirde saklanarak hayatta kalmaya çalışırken açlık, yalnızlık ve çaresizlik içinde ölümün kıyısına gelir, neredeyse insanlığını kaybedecek noktaya gelir. Filmin sonunda mucizevi şekilde hayatta kalır; ancak bu durum “mutlu son” gibi görünse de aslında ağır bir travmatik sondur. Çünkü tüm bu süreçte ailesini, arkadaşlarını, evini ve hayatını kaybetmiştir. Hayatta kalmak bir zafer gibi görünse de yaşanan kayıpların ağırlığı izleyicide derin bir sarsıntı bırakır.
4- Coherence (2013)

Düşük bütçeli ama etkileyici filmimizde bir grup arkadaş akşam yemeği için bir araya gelir. O akşam gökyüzünden geçen bir kuyruklu yıldız vardır ve Dünya’nın manyetik alanı üzerinde etkisi olacağı tahmin edilmektedir. Evde elektrikler kesilir, dışarı çıktıklarında komşu evin aslında kendi evlerinin bir kopyası olduğunu fark ederler. Gecenin ilerleyen saatlerinde evde kalanlar, evin etrafında birilerinin olduğunu görür ve farklı evrenlerden gelen kendileriyle karşılaşmaya başlarlar. Kimin hangi evrenden, kimin gerçek “ben” olduğu giderek karışır. Karakterler, başka evrenlerdeki versiyonlarıyla yüzleşirken aslında kendi hayatlarına dair hoşnutsuzluklarını da görmeye başlarlar. Özellikle Em karakteri, daha iyi olduğunu düşündüğü evrene geçip kendi “yerine geçmek” ister. Ancak film, onun bu girişiminin boşa gideceğini ima ederek belirsiz, rahatsız edici ve trajik bir hisle sona erer. Bu film bittiğinde zihnimizde “Gerçek ben kimim, doğru hayat hangisi?” sorularıyla boğuşmaya başlarız.
5- Manchester by the Sea (2016)

Lee Chandler, abisinin ölümü üzerine doğduğu kasabaya geri dönmek zorunda kalır. Abisinin oğlunun velayetini alması gerekmektedir. Ancak Lee, geçmişinde yaşadığı bir trajedi yüzünden bu sorumluluğu taşıyabilecek durumda değildir. Film boyunca Lee’nin içindeki suçluluk, yas ve kendinden kaçışı izleyiciye parça parça ve yavaş yavaş aktarılır. Filmin sonunda Lee, velayeti almak yerine yeğenini başka bir aileye bırakır. Çünkü kendi hayatının bir daha toparlanamayacağını ve eskisi gibi yaşayıp hissedemeyeceğini bilir. Filmin başından sonuna kadar biz hep “Lee toparlanacak mı? Yeğeniyle yeni bir hayata başlayıp trajik geçmişini atlatabilecek mi?” diye umut ederiz; ancak finalde Lee’nin trajik geçmişini atlatamayacağını ve toparlanamayacağını görürüz. Tüm bu çaresizlik, geçmişin trajik yükü ve hayatın eskisi gibi devam edemeyeceği gerçeğiyle baş başa kalırız.
6- Dead Poets Society (1989)

Robin Williams‘ın unutulmaz performansıyla hafızalara kazınan etkileyici bir film. Hem umut, ilham ve özgürlük duygusunu bizlere aşılar hem de travmatik bir şekilde biter. 1950’lerde disiplinli ve baskıcı bir yatılı erkek okuluna yeni gelen İngilizce öğretmeni, öğrencilerine şiiri, sanatı ve hayatı dolu dolu yaşayarak öğretmeye çalışır. Öğrencilerden bir kısmı, öğretmenleri John Keating‘in de geçmişte içinde yer aldığı Ölü Ozanlar Derneği‘ni keşfeder ve bu gizli topluluğu yeniden canlandırır. Topluluğun üyelerinden biri olan Neil, babasının baskısı altında kendi hayalini gerçekleştirememektedir. Oyuncu olmak isteyen Neil, babasının onu askeri okula göndermeye karar verdiğini öğrenince köşeye sıkışır ve çareyi ne yazık ki kendi hayatına son vererek bulur. Neil’in hayata veda etmesiyle okul yönetimi suçu Keating’de bulur ve okuldan ayrılmasını ister. Öğretmenlerinin gidişini öğrenen öğrenciler, sınıfta sıraların üzerine çıkarak “O kaptan! Benim kaptanım!” diyerek ona saygılarını gösterirler. Film, biz seyircilerin zihninde hem ilham veren hem de kalbimizde sızı bırakan trajik bir sonla biter.
7- Shutter Island (2010)

U.S. Marshal Teddy Daniels, kaybolan bir akıl hastasını araştırmak için Shutter Adası‘ndaki Ashecliffe Hastanesi’ne gelir ve tüm bilmece burada başlar. Süreç içerisinde adada işler karmaşıklaşır ve garipleşir. Teddy, hem adadaki tuhaf davranışları anlamaya çalışırken hem de geçmişinde eşi tarafından çıkarılan yangında çocuklarını kaybetmesini, yani travmalarıyla yüzleşmeye başlar. Film ilerledikçe Teddy’nin gerçeklik algısı bozulur, gerçek ile kurmaca arasındaki çizgi kaybolur. Finalde Teddy kendisini hâlâ Marshal olarak görmeye devam ederken bizler onun aslında akıl hastanesinde bir hasta olduğunu fark ederiz. Son sahnede izleyicinin zihninde şu soru belirir: “Teddy akıl hastası mıydı, yoksa bu durumu kabullenip hastanede kalmayı mı seçti?” Bu soruya net bir yanıt verilmeden film, belirsizlik içinde psikolojik ve travmatik bir sonla biter.
8- Mustang (2015)

Türk ve Fransız ortak yapımı Mustang, beş kız kardeşin büyükanneleriyle küçük bir kasabada yaşamaya başlamalarını konu edinir. Kızlar, arkadaşlarıyla oyun oynarken dahi toplum ve aile baskısıyla “ahlak dışı davranışlar” sergilediklerinin söylenmesiyle ev hapsine alınır. Hareket alanları kısıtlanır ve sürekli kontrol altında tutulmaya başlanır. Kızlar bu baskıdan kurtulmak için çareler arar; ancak bu çareler onlara özgür bir yaşam sunmaz. Film boyunca büyük kızlar evlendirilmek istenir ve evlendirilir. Kızlardan biri evlenmek istemediği için hayatına son verir. En küçük kız ise bir öğretmenine kaçarak özgürlüğe kavuşur. Bizler, kızların yaşadığı baskıyı ve çaresizliği derinden hisseder; travmatik ve düşündürücü bu filmin kızlar üzerindeki toplumsal baskıyı nasıl dokunaklı bir şekilde aktardığını görürüz.
9- Melancholia (2011)

Justine ve Claire isimli iki kız kardeşin hikâyesini ve çevrelerini konu edinen film görsel açıdan büyüleyici ama psikolojik açıdan sarsıcıdır. Film boyunca Justine’in depresyonuna ve Claire’in endişelerine şahitlik ederiz. Aynı zamanda dünyaya yaklaşmakta olan Melancholia isimli gezegen varoluşsal bir gerilim yaratır. Filmde hem karakterlerin içsel çöküşü hem de dışsal felaket eş zamanlı olarak anlatılır. Karakterlerin felaket karşısındaki çaresizliği ve insan kontrolünün yokluğu, izleyicide varoluşsal bir kaygı uyandırır. Dünyaya yaklaşan gezegenin çarpacağı kesinleşir ve karakterlerin bu kaçınılmaz sona tepkileri gösterilir. Final sahnesi sessizdir ama görsel açıdan etkileyici ve bir o kadar da yıkıcıdır. Ölüm ve yok oluş teması, hem bireysel hem toplumsal düzeyde yoğun bir travma sunar. İzleyici, hem dünyanın sonunu hem de karakterlerin içsel çöküşünü görerek uzun süre etkisinden çıkamayacağı bir deneyim yaşar.
10- Joker (2019)

Klasik bir “kötü adamın kökeni” hikâyesinden fazlasını anlatan filmde Arthur Fleck, Gotham‘da toplumdan dışlanmış, yalnız ve psikolojik sorunları olan bir adamdır. Arthur’un hayatı ardı arkası kesilmeyen travmalarla doludur: işsizlik, toplum baskısı, alay edilme ve aile sorunları. Toplum tarafından küçümsenen, dışlanan ve şiddete maruz kalan Arthur’un ruhsal dengesi giderek bozulur. Film, kırılgan bireylerin toplum baskısıyla nasıl travmatik bir şekilde Joker’e dönüştüğünü gösterir. Arthur, ne yaparsa yapsın ait olamadığı bu topluma şiddetle tepki göstermeye başlar ve artık geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaşır. Final sahneleri, bizlerde yoğun bir rahatsızlık uyandırır ve karakterin dönüşümünün tamamlandığını göstererek sona erer. Seyirci, Arthur’un şiddet dolu dönüşümüne hem tanık olur hem de bu trajediden derinden etkilenir.
Travmatik sonlarla bizleri derinden etkileyen, film bittikten sonra dahi hep “Ya farklı olsaydı?” sorusunu düşündüren ama sonu değişmeyen trajedilerine, hüzünlerine, yalnızlıklarına ortak olduğumuz bu hikâyeler, hayatın ne kadar da içinden değil mi?


