Verdiğimiz kararların veya zihin akışımızdaki düşüncelerin ne kadarının bize ait olduğunu düşünmek, bilinçli olma yolunda gerçekleştirdiğimiz değerli bir eylem. Giyim tarzımızdan kariyer hedeflerimize, sosyal davranışlarımızdan duygularımızı dışavurma yöntemlerimize kadar pek çok tercihimiz, sosyal yapının etkisi ile şekilleniyor. Sosyal yapı etkisi ile şekillenerek zihnimize yerleşen bir diğer önemli kavram ise toplumsal kabul.
Toplum sahnesinde her gün, üzerimizdeki gözlerin beklentilerini karşılamak için çeşitli roller sergiliyoruz. Bu roller bağlamında kadınların her daim nazik ve fedakâr, erkeklerin ise sert ve yıkılmaz olmalarının beklenmesi; meslek seçimlerinin, davranış biçimlerinin, giyim tercihlerinin, sorumluluklarının ve renk tercihlerinin cinsiyetler üzerinden atanması gibi kabullerin tamamını toplumsal cinsiyet normları olarak adlandırıyoruz. Benliğimizin etrafını görünmez ağlar gibi saran normlar, çoğu zaman hareket alanımızı kısıtlıyor. Kısıtlanmanın bir sonucu olarak da anksiyete, bu ağların düğümleri arasında gizleniyor ve toplumsal baskının üzerimizde yarattığı gerilimden besleniyor.
Peki bu iki kavram arasında tam olarak nasıl bir ilişki mevcut? Bu soruyu yanıtlamak için önce toplumsal cinsiyet normları ve anksiyeteyi kendi içinde anlamamız gerekiyor.
Toplumsal Cinsiyet Normları: Sosyal Beklentiler ve Performans

Goffman‘ın (2009) belirttiği gibi hepimiz, toplumun kişiliklerimize atfettiği rollere uygun davranarak dikkat çeken, beklentilerle örtüşen ve düzenin sürdürülebilirliğini sağlayan performanslar sergiliyoruz. Şüphe yok ki toplumsal cinsiyet normları, farklı performansların en mühim senaryoları arasında yer alarak hayatlarımızı derinden etkiliyor. Aile ortamında bulunduğumuz ilk andan itibaren öğrendiğimiz “kadın” ve “erkek“ rolleri, performanslarımızın temelini oluşturuyor ve eylemlerimizi kurguluyor.
Toplumların kültürel alışkanlıkları ile harmanlanarak oluşturulan toplumsal cinsiyet normları, düşünülenin aksine soyut kavramlar olmanın epey ötesinde: Normlar, bedenlerimizde somut bir hâl alarak aklınıza gelebilecek her türlü eylemi şekillendiriyor. Toplumsal cinsiyet kabulünü ve bu kabulün somut yansımalarını Feryal Saygılıgil, Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları (2015) isimli derlemenin ön sözünde müthiş bir açıklık ile ifade ediyor:
“Toplumsal cinsiyet algısına göre kadınların daha duygusal, erkeklerin daha güçlü ve akıllı olduğu; bazı işlerin kadınlara bazı işlerin ise erkeklere daha uygun olduğu gibi genellemeler yapılır. Yine bu bakış açısına göre, günün bazı zamanlarında kadınların sokağa çıkması uygun değildir. “Kadının yeri evidir” sözü, cinsiyetçi bakış açısıyla üretilmiş bir deyimdir.
Bir bebek doğduğunda, biyolojik özelliklerine göre kız veya erkek olarak tanımlanır. Çoğunlukla bireyler, ikisinden birini seçmek zorunda bırakılır. Bebek doğduğu andan itibaren kültürel ve sosyal düzen bebeği etkilemeye başlar. Cinsiyetlerine göre verilen isimlerden başlayarak kızların pembe, erkeklerin mavi renkle giydirilmesi gibi pratiklerle toplumsal cinsiyetin ilk çentikleri çocukların son derece yalın dimağlarına işlenmeye başlanır. Cinsiyete göre farklı oyuncakların alınmasıyla bu biçimlendirme devam eder Uslu, hanım hanımcık kız çocukları; “erkekler ağlamaz” diye büyütülen saldırgan ve yaramaz olmaları neredeyse doğal görülen erkek çocukları yetiştirilir. Büyüdükçe bu roller eğitim aracılığıyla da iyice pekiştirilir. Meslekler bunlara göre belirlenir. Kadınların daha çok evde sorumluluk almaları, erkeklerin ise evin dışında, kamusal alanda yer alarak bununla ilgili sorumluluklara sahip olmaları beklenir.
Toplumsal cinsiyet, farklı cinsel yönelimleri olan kişilerin toplumdaki statülerinde de belirleyicidir. Cinsiyetçi bakış açısı günlük hayatın her aşamasında, emek piyasasındaki işgücünün belirlenmesinde, aynı işi yapan bir erkeğe göre kadının ya da LGBTI bireyin daha düşük maaş alması ya da zor iş bulması gibi durumlarla, siyasette dışlanma veya sınırlı yer almayla, kısacası özel ve kamusal alanın her düzeyinde kendini gösterir.
Toplumsal cinsiyet farklı cinsel yönelimleri olan kişilerin toplumdaki statülerinde de belirleyicidir. Cinsiyetçi bakış açısı günlük hayatın her aşamasında, emek piyasasındaki işgücünün belirlenmesinde, aynı işi yapan bir erkeğe göre kadının ya da LGBTI bireyin daha düşük maaş alması ya da zor iş bulması gibi durumlarla, siyasette dışlanma veya sınırlı yer almasıyla, kısacası özel ve kamusal alanın her düzeyinde kendini gösterir.”

Sosyal beklentileri sürekli olarak karşılamaya çalışma ve performans sırasında izlenim yönetimi gerçekleştirme yoğun bir kaygıya sebep olabiliyor. Tıpkı örümcek fobisi olan bir bireyin en ufak bir örümceğe karşı aşırı tepki göstermesi gibi toplumsal cinsiyet normlarına aşırı duyarlı hâle gelen bireyler de en ufak bir “hatada” yoğun kaygı yaşayabiliyorlar (Karahan & Karaaziz, 2023). Sahnede yalıtmaya çalıştığımız benliğimizin normlarla baskılanması, nevrotik bir kişilik yapısının yer edinmesi ile sonuçlanabiliyor. Bu durum ise kişinin gerçek duygu ve düşüncelerini daha sık gizlemesinin hatta kendi benliğine yabancılaşmasının önünü açabiliyor.
Toplumsal cinsiyet normlarına uygun davranarak kabul görüyor, statü kazanıyor veya ilişkilerimizi düzenleyebiliyoruz ancak diğer yandan hayatlarımızı ucuz senaryolara indirgeyerek yaşıyoruz. Bu noktada şu soruyu sormamız bir gereklilik hâline geliyor: Toplumsal cinsiyet normlarının takibi, bir ölçüde mutluluk sağlıyor mu yoksa bu normlar bizi benliğimizden uzaklaştırarak anksiyeteye mi sürüklüyor?
Anksiyetenin Psikolojik ve Sosyolojik Boyutları

Anksiyete, çok sık duyduğumuz bir kavram ve kişinin aşırı kaygı ve endişe duyması, bu duygularını kontrol edememesi durumunu açıklıyor. Deneyimlenen içsel karmaşa içinde, üstesinden gelinemeyen korku ve geleceğe dair belirsizlik gibi unsurlar bulunabiliyor ve anksiyete, kişiden kişiye değişmekle birlikte fizyolojik belirtiler (çarpıntı, nefes darlığı, baş dönmesi, kas gerilmesi, karıncalanma hissi, bacaklarda güçsüzlük, mide bulantısı, terleme) ile somut bir hâl alabiliyor.
Toplumsal cinsiyet normları ile ilişkilendirip açıklamamızdan da anlayacaksınızdır ki anksiyete; bireysel süreçlerin ötesinde, sosyo-kültürel bağlam ile de yakından ilişkili bir profile sahip. Bundandır ki psikolojik boyutunun yanında toplumsal dinamiklerdeki yerine de odaklanmamız gerekiyor. Çok boyutlu yaklaşım sayesinde anksiyetenin neden ve sonuçlarını anlamlandırma işinin daha da kolaylaştığını söyleyebiliriz; ayrıca başa çıkma yöntemlerini güçlendirmek ve toplumsal cinsiyet normlarının anksiyete üzerindeki etkisini yorumlamak için de yine bu çok boyutlu yaklaşıma ihtiyaç duyuyoruz.
Anksiyetenin Psikolojik Boyutu

Tehdidin abartılması ve kaygıyla ilgili durumlarla başa çıkma yeteneğinin hafife alınması, altta yata tehdit şemalarının aktivasyonunu yansıtıyor (Karahan & Karaaziz, 2023). Bireyin iç kargaşasının kronik rahatsızlık duygusuna yol açmasıyla karakterize olan anksiyete, olumsuz otomatik düşünceler ile yakından ilgili. Bahsi geçen düşünceler, yaşanan olayları değerlendirme sürecinde yorumlama becerilerini etkileyerek bireyin muzdarip olacağı tepkisel ve davranışsal sonuçlar doğuruyor. Kavramın içinde veya sonucunda yer alan duygular, doğal olarak, bireyin yaşam deneyimini zorlaştırıyor ve performans düşüşü, kaçınma, dikkat dağınıklığı gibi durum ve davranışlara yol açabiliyor.
Kaygılı kişinin neyden korktuğunu bilmediğine değinmemiz de kaygı-korku arasındaki farkı anlamamız açısından önem teşkil ediyor. Öyle ki anksiyete durumunda belirli bir nesneden bahsetmek mümkün değil (korku durumunda ise tam aksi); yalnızca olası tehditlere karşı bir tetik durumu içerdiğini söyleyebiliyoruz.
Freud‘un öncülük ettiği psikanalitik teorinin ilk önerisine göre kaygı, birikmiş gerilimin dönüştürülmesinden kaynaklanıyor (Karahan & Karaaziz, 2023). İkinci bir öneride ise kaygının, bastırılmış cinsel dürtüler sonucunda ortaya çıkan duygulanım olduğu öne sürülüyor. Ancak ilerleyen dönemlerde kaygının baskılamaya ortaya çıktığı düşüncesi yerini baskılamaya yol açtığı düşüncesine bırakıyor ve burada kaygı bir tepki olarak ele alınıyor.
Anksiyetenin Sosyolojik Boyutu

Anksiyetenin yalnızca bireysel süreçlerden değil, aynı zamanda sosyo-kültürel faktörlerden de etkilendiğinden, dolayısıyla da karmaşık bir olgu olduğundan bahsetmiştik. Bireyin üyesi olduğu toplumun değerleri, normları, beklentileri ve kültürel alışkanlıkları anksiyeteyi şekillendiren önemli unsurlar arasında yer alıyor. Bu da demek oluyor ki toplum, anksiyetenin deneyimlenme sürecinde ve patolojik hâle gelmesinde kritik bir rol oynuyor.
Kavramın sosyolojik boyutunu incelerken ele alabileceğimiz çeşitli etmenler mevcut. Bireyler arasındaki sınıfsal farklılıklar ile ortaya çıkan ekonomik belirsizlik, işsizlik, sosyal güvencesizlik, sınıfsal habitus; toplumsal değişim sürecinin yol açtığı karmaşa, rekabet, küreselleşme ve teknolojideki dönüşüm gibi faktörler bireyleri anksiyeteye sürükleyebiliyor. Bahsi geçen faktörlerin medya ile birleşmesi ise bireyleri yetersizlik hissi ile yüzleştirerek kaçırma korkusu geliştirmelerine sebep oluyor ve sonuçta oklar yine anksiyeteyi işaret ediyor.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda anksiyete sosyolojik açıdan, bireyin toplumsalla etkileşimi sonucu ortaya çıkan bir tepki olarak açıklanabilir ve özellikle modern toplum alışkanlıklarıyla doğrudan ilişkili olduğu söylenebilir.
Toplumsal Cinsiyet Normları ve Anksiyete İlişkisi: Sosyal Gruplar ve Bireysel Deneyimler

Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetten farklı şekilde içtimai olarak inşa edilen cinsiyet rollerini ifade ediyor ve bu roller günlük hayattaki davranış kalıpları, kaynaklara erişim, sorumluluklar veya paylaşım oranları açısından belirleyici nitelik taşıyor. Özellikle feminist çalışmalar için önemli bir analiz odağı oluşturan toplumsal cinsiyet kavramının incelenmesi cinsiyetler arası güç ilişkilerini anlamak, cinsiyetlere bağlı ortaya çıkan eşitsizliklerin önüne geçmek ve bireylerin bu bağlamda deneyimledikleri kaygıyı azaltmak açısından bir gereklilik.
Toplumsal cinsiyetin doğurduğu genellemeler kapsamında bazı davranış ve seçimler kadınlara, bazıları ise erkeklere uygun görülüyor. Kadınların genellikle daha duygusal, hassas ve baskıcı tanımlanırken erkeklerin güçlü, rasyonel ve rekabetçi olarak tanımlanması; bunlara bağlı olarak erkeklerin duygularını ifade etmesinin “zayıflık” olarak algılanması erkeklerin duygusal ihtiyaçlarını bastırmasına ve bastırılmış duyguların anksiyete belirtilerine dönüşmesine yol açabiliyor. Normlar da tam olarak bu genellemeler sonucunda oluşuyor.
Toplumsal cinsiyet normları davranış stillerini belirli kalıplara sokarak beklentileri cinsiyetlere indirgiyor; kendimizi tanımladığımız sosyal grup ve kimlikler üzerinde de etki bırakıyor. Toplumsal cinsiyet normlarına uygun olmayan davranışların sergilenmesi dışlanma, ayrımcılık veya önyargı gibi olumsuz deneyimlere yol açabiliyor. Özellikle LGBTI+ bireyler sosyal dışlanma ve ayrımcılığa bağlı kaygıyı çok daha yüksek düzeyde deneyimliyorlar.

Toplumsal cinsiyet normlarının beden ve imaj algısı üzerindeki etkisi de göz ardı edilmemeli. Medya kullanımına bağlı olarak gelişen tüketim kültürü, idealize edilmiş beden standartlarını yaygınlaştırıyor ve bireyler bu standartlara ulaşmaya çalışırken yetersizlik hissine bağlı kaygı yaşıyorlar. Kişilerin fiziksel görünümleriyle ilgili sürekli endişe içinde olmaları, hayali bir hedefe ulaşmak üzere çabalamaları ve ulaşamadıklarında hayalkırıklığı yaşamaları, kendilerini sürekli başkalarıyla kıyaslamaları da anksiyete-norm ilişkisine verilebileceğimiz somut bir örnek. Bunun yanı sıra; erkeklerden kariyer hayatlarında başarılı olmalarının, kabul edilebilir maaş almalarının ve kadınlardan ev-iş sorumluluklarını bir arada yürütmelerinin beklenmesi gibi mevcut beklentiler de anksiyete üzerineki karmaşık ve çok boyutlu etkilere örnek oluşturuyor.
Sonuç olarak; toplumsal cinsiyet normları anksiyete üzerinde çok çeşitli etkilere sebep oluyor. Bahsettiğimiz tüm bu normlar, davranış kalıplarımızı, sosyal rollerimizi ve kimliklerimi, tercihlerimizi, düşüncelerimizi ve anlamlandırma alışkanlıklarımızı şekillendirerek gerginlik, stres ve kaygı durumlarına yol açabiliyor. Dolayısıyla anksiyete ile mücadele sırasında yalnızca bireysel psikolojik süreçlere değil, en az bu süreçler kadar toplumsal dinamiklerin yarattığı baskı ve eşitsizliklere de odaklanmak önem taşıyor.
Kaynakça
American Psychiatric Association. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders. 4th ed., text rev., American Psychiatric Association, 2000.
Barlow, David H. Anxiety and Its Disorders: The Nature and Treatment of Anxiety and Panic. Guilford Press, 2002.
Beck, Aaron T. Kaygı: Kaygının Doğası ve Tedavisi. Litera Yayıncılık, 2019.
Bourdieu, Pierre. Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste. Routledge, 2014.
Butler, Judith. Gender Trouble: Feminism and the Subversion of Identity. Routledge, 1990.
Goffman, Erving. Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu. Çev. Barış Cezar. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2009.
Hekimoğlu, E. C., and M. Z. Bilik. “Freud’dan Lacan’a Kaygı“. AYNA Klinik Psikoloji Dergisi, vol. 7, no. 3, 2020, pp. 336–67.
Karahan, Elif, and Meryem Karaaziz. “Kaygı: Bir Literatür Taraması“. ISPEC International Journal of Social Sciences & Humanities, vol. 7, no. 2, 2023, pp. 529–38.
Kaya, Ali. “Toplumu Pierre Bourdieu ile Düşünmek” Sosyal Bilimler Dergisi, vol. 1, no. 2, 2007, pp. 397-412.
Saygılıgil, Feryal, editor. Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları. Dipnot Yayınları, 2015.