Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı, tarih boyunca değişen aile yapıları ve kültürel dinamikler çerçevesinde farklı evrelerden geçmiştir. Günümüzde bu alanda birçok gelişme kaydedilmiş olsa da bazı yapısal engeller varlığını sürdürmektedir. Bu yazıda, değişen ve değişmeyen dinamikleri ele alarak toplumsal cinsiyet eşitliğinin Türkiye’deki durumunu inceleyeceğim.
Aile Yapısı

Aile, toplumun en küçük birimi olmakla birlikte siyaset, ekonomi, din ve eğitim ile birlikte toplumsal yapıyı oluşturan en önemli kurumlar arasında yer alır. Fertlerin psiko-sosyal yaşamını etkileyen ilk sosyal çevre aile birliğidir. Bu nedenle, her şeyden önce değişen aile yapılarını anlamak bizim işimizi belirli bir seviyede kolaylaştırır.
Türkiye’de şu ana kadar olan aile yapılarını üç ana başlıkta inceleyebiliriz: Eski Türk Ailesi, Osmanlılarda Aile, Cumhuriyet Dönemi Türk Ailesi.
Eski Türk Ailesi: Eril Kökler, Dişil İzler

Eski Türk ailesine bakıldığında, Göktürk efsanelerinde de görüldüğü üzere, erkek egemen bir aile yapısının hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, babanın otoriter konumuna rağmen kadının da aile içinde önemli bir yere sahip olduğu belirtilmektedir. Kadın ve erkeğin haklar bakımından eşit olduğu söylense de, oğulların kızlara kıyasla bazı ayrıcalıklara sahip olduğu görülmektedir. Örneğin, oğul “soy ağacının kökü” olarak kabul edilirken, kız çocukları bu ağacın ‘yaprakları’ olarak nitelendirilmiştir. Oğulların bu ayrıcalıklı konumunun yalnızca soyun devamı ile ilgili olmadığı, aynı zamanda yaşlanan ya da ekonomik sıkıntıya düşen ebeveynlerin bakım sorumluluğunu üstlenmeleri nedeniyle doğal bir üstünlük kazandıkları anlaşılmaktadır.
Selçuklular döneminde ise kadın haklarında gözle görülür gelişmeler yaşanmıştır. Toplumda kadının değerini yansıtan “altın gibi temiz ruhlu kadın” ve “vücudu inci gibi temiz kadın” gibi ifadeler kullanılması, Selçukluların kadınlara yönelik algısını ortaya koymuştur. Kadınlar sadece sosyal hayatta yer almakla kalmamış, zaman zaman erkeklerle birlikte sefere çıkmış ve savaşlara katılmıştır.
Osmanlılarda Aile: Sopa Ucundaki Adalet

Osmanlı dönemine gelindiğinde, kadınların aşırı baskı altında olduğuna dair kesin kanıtlar bulunmasa da bu yönde yaygın bir algının var olduğu bilinmektedir. Kadınların önce babalarına ya da erkek kardeşlerine, ardından ise kocalarına bağımlı olduğu; kendi mülklerine sahip olamadıkları, mirastan mahrum bırakıldıkları ve evlilik konusunda özgür iradelerini kullanamayarak velileri tarafından evlendirildikleri yönünde çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bununla birlikte, Osmanlı arşivlerinde yer alan birçok kaynak, özellikle de Kadı Sicilleri incelendiğinde, Osmanlı kadınlarının toplumdan tamamen soyutlanmadığı; aksine ekonomik ve sosyal hayatta aktif roller üstlendikleri görülmektedir. Kadınlar, haklarının ihlal edilmesi durumunda mahkemeye başvurarak haklarını arayabilmişlerdir. Hatta bazı kadınlar, şikâyetlerini doğrudan padişaha iletmek amacıyla onun geçtiği güzergâhlarda bekleyerek sopa ucuna dilekçelerini asmış ve bu şekilde seslerini duyurmayı başarmışlardır. Ancak eğitim konusunda cinsiyet eşitliğinin sağlanamadığı da bir gerçektir. Kız çocukları yalnızca ilköğretim seviyesindeki eğitim kurumlarına gidebilirken, ortaöğretim niteliğindeki kız rüştiyeleri ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru açılmıştır.
Kadınların boşanma konusunda da belirli haklara sahip olduğu ve mahkemelerin bu konuda kadınları desteklediği görülmektedir. Kocalarından şiddet veya hakaret gördüğünü kanıtlayamayan kadınların bile mahkemeler tarafından dikkate alındığı ve haklarını arayabilmeleri için gerekli desteğin sağlandığı anlaşılmaktadır. Osmanlı mahkemelerinde eşlerine şiddet uygulayan erkekler mazur görülmemiş, tekrarının önlenmesi için teminat göstermeleri istenmiş ya da suçu inkâr eden ancak yemin edemeyen erkeklere çeşitli cezalar verilmiştir.
Cumhuriyet Dönemi Türk Ailesi: Gelenekten Moderniteye

Çağdaşlaşma hedefinin bir sonucu olarak Cumhuriyet yönetiminin, sosyo-ekonomik ve kültürel yaşamı değiştirmeye yönelik yasal düzenlemeler aracılığıyla Türk toplumuna yeni alışkanlıklar, üsluplar ve yaşam tarzları kazandırdığı açıktır.
Ataerkil geniş aile yapısından modern çekirdek aileye doğru bir geçiş olduğunu savunan paradigma, bu dönüşümle birlikte aile içi ilişkilerin de değiştiğini öne sürer. Buna göre, geçmişte erkeğin baskın olduğu ve kadının ona tabi olduğu bir aile yapısından, daha eşitlikçi bir aile ilişkisine doğru bir evrim yaşanmıştır. “Modern çekirdek ailede ilişkiler eşitlik temelinde yürütülür” düşüncesi, geleneksel kadının dışlanmış konumuna işaret eden modernite-gelenek karşıtlığıyla ilişkilendirilmektedir.
Ancak, bir ailenin çekirdek yapıda olması, ilişkilerinin mutlaka modern ve eşitlikçi olmasını sağlamaz. Geleneksel kalıplar, çekirdek aile içinde de varlığını sürdürebilir. Türk ailesi geleneksel özellikler taşısa da, otorite ve sorumluluk açısından “iki odaklı” (duofocal) bir yapıya sahiptir. Bu sistemde, her eş kendi sorumluluk alanında belirli bir otoriteye sahip olup, aile içinde kendine özgü bir denge oluşturur. Fakat, bu “iki odaklı” yapı, ailede erkek egemenliğinin olmadığı anlamına gelmez. Türk toplumunda, birçok yerde olduğu gibi, zaman zaman görülen aile içi şiddet, bu yapıyı ortadan kaldırarak ataerkil düzeni pekiştiren bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Politikalar ve “Görünürlük”: Eşitlik Yolunda Yarım Kalan Hikâye

Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği, tarihsel süreç içinde çeşitli aşamalardan geçmiş, yasal düzenlemeler ve toplumsal dönüşümlerle şekillenmiştir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde, özellikle kadın hakları konusunda önemli reformlar gerçekleştirilmiştir. 1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi, eğitimde ve çalışma hayatında kadınların önünü açan düzenlemeler bu dönüşümün önemli adımlarıdır. Ancak bu ilerlemelere rağmen, toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki bazı köklü yapısal ve kültürel engeller varlığını sürdürmektedir.
Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik en önemli gelişmelerden biri, 2011 yılında imzalanan İstanbul Sözleşmesi’dir. Kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesini amaçlayan bu sözleşme, kadınların hukuki güvence altına alınmasını sağlayan önemli bir adımdı. Ancak Türkiye’nin 2021 yılında İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, kadın hakları mücadelesi açısından büyük tartışmalara yol açmıştır. Bu süreç, kadınların şiddetten korunması ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması konularında yalnızca yasal düzenlemelerin yeterli olmadığını, toplumsal farkındalık ve siyasi iradenin de belirleyici olduğunu göstermektedir.
Kadınların iş gücüne katılımı, eğitime erişimi ve kamusal alandaki temsiliyeti artarken, geleneksel toplumsal normlar kadınların haklarını kullanmasını sınırlamaya devam etmektedir. Özellikle kırsal bölgelerde, erken yaşta evlilikler, toplumsal baskılar ve kadınların ekonomik bağımsızlıklarını kazanmalarındaki zorluklar; toplumsal cinsiyet eşitliğinin önündeki başlıca engellerden bazılarıdır. Bunun yanı sıra, kadınların iş hayatında karşılaştıkları ücret eşitsizliği gibi sorunlar, modern dünyada bile toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin devam ettiğinin göstergeleridir.
Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda ilerlemeler kaydedilse de, kadınların haklarını tam anlamıyla kullanabildiği, şiddet ve ayrımcılıktan uzak bir toplum yaratmak için hem hukuki düzenlemelerin hem de kültürel dönüşümün sağlandığını söylemek zor.
Türkiye’de LGBT+ Hareketi: Bir Kimlik Mücadelesi

Türkiye’de LGBT+ hareketinin yasallaşma süreci, 1993 yılında Lambdaistanbul‘un kurulmasıyla ivme kazanmış, 2004 yılında Dernekler Kanunu’nda yapılan değişikliklerle önemli bir aşamaya ulaşmıştır. Bu düzenlemeler, LGBT+ derneklerinin resmi olarak tanınmasını sağlamış ve uluslararası fonlara erişimlerini kolaylaştırmıştır. Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde yapılan reformlar ve İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası anlaşmalar, LGBT+ haklarının hukuki zeminde tartışılmasını mümkün kılmıştır.
Ancak, yasalarla tanınan bu hakların toplumsal hayatta tam anlamıyla karşılık bulduğu söylenemez. LGBT+ bireyler hâlâ ayrımcılığa, nefret söylemlerine ve hukuki güvencelerdeki yetersizliklere maruz kalmaktadır. Özellikle son yıllarda LGBT+ hareketine yönelik baskılar artmış, yürüyüşler yasaklanmış ve bazı dernekler kapatma davalarıyla karşı karşıya kalmıştır.
Bununla birlikte, LGBT+ kimlikleri yalnızca politik ya da ideolojik bir tartışma konusu değil, aynı zamanda sosyolojik bir gerçektir. Tarih boyunca farklı kültürlerde ve toplumlarda varlık gösteren LGBT+ bireyler, Türkiye’de de sosyal yapının bir parçasıdır. Bu durum, toplumsal değişim ve bireysel hakların gelişimi açısından ele alındığında, LGBT+ haklarını yalnızca yasal düzenlemeler çerçevesinde değil, toplumsal kabul ve entegrasyon bağlamında da değerlendirmeyi gerektirmektedir.
Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda önemli ilerlemeler kaydedilmiş olsa da, geleneksel normlar ve yapısal engeller tam anlamıyla aşılmış değildir. Kadınların eğitime, iş gücüne ve kamusal yaşama katılımı artarken, toplumsal algılar ve ekonomik eşitsizlikler hala belirleyici olmaya devam etmektedir. LGBT+ hakları konusunda da hukuki ve sosyal mücadele sürerken, toplumsal kabul ve yasal güvenceler yeterli düzeye ulaşmamıştır.
Kaynakça:
- Zencirkıran, Mehmet. Dünden Bugüne Türkiye’nin Toplumsal Yapısı. Dora Basım-Yayın, 2016.
- Savaş, Gülçin. Türkiye’de Yaşayan Bireylerin Toplumsal Cinsiyet Eşit(siz)liği Algısı. Dergipark, Oct. 2018.
- LGBT’nin Yasallaşma Süreci: Türkiye’de Değişen Dinamikler ve Dernekleşme, Mesele LGBT, Ağustos 2024. URL. Erişim Tarihi: 06.04.2025
Elinize sağlık. Çok güzel bir yazı olmuş