Marvel Sinematik Evreninin dördüncü ve yönetmen Taika Waititi tarafından yönetilen ikinci Thor filmi Thor: Love and Thunder (Aşk ve Gök Gürültüsü) sonunda vizyona girdi.
Chris Hemsworth, Christian Bale, Russel Crowe ve Natalie Portman gibi isimleri içinde barındıran film ilk açıklandığından itibaren dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı. Üç tane başarısız atıştan sonra bu sefer hedefi tutturması beklenen film yine ıskalamış gibi duruyor.
Dikkat! Bu yazımızda filme dair sürpriz bozan detaylar(spoiler) yer almaktadır.

“Sana ne söylediğimi hatırla: Hiç kaybolmuş hissettin mi? Sadece sevdiğin insanların gözlerinin içine bak yeter.”
Thor’un dördüncü solo macerası komedi ile drama ögelerini dengelemeye ve birden fazla klasik çizgi roman hikayesini tek bir anlatıda birleştirmeye çalışıyor. Filmin kötü karakteri Christian Bale‘in Gorr the God Butcher’ının sade girişiyle, yeterince umut verici bir şekilde filme başlıyoruz. Sert çöl koşullarında kızının hayatını bağışlamasını istediği tanrının umursamaz ve duygusuz tavrı ile karşılaşması evrendeki tüm tanrılara karşı büyük bir nefret hissetmesine ve intikam duygusuyla onları katletmek için bir kampanya başlatmasına sebep oluyor.
Gorr, filmin ana kötüsü olsa da bu filmde ona ayrılan süre beklenildiği kadar çok değil. Bu da karakteri anlayamamamıza ya da yeteri kadar ilgi çekici olmamasına sebep olabilirmiş gibi gözükürken Christian Bale’ın başarılı performansı tüm bu negatif etkenleri tersine çeviriyor. Öyle ki karakterin içinde yaşadığı duyguları bazen sadece yüz ifadeleriyle anlatışı sanki elimizde senaryoyu tutuyormuşçasına anlamamıza olanak sağlıyor.
Thor, 2019’da yayınlanan Avengers: Endgame filminde en son gördüğümüzde Thanos’a karşı kazanılan savaşın ardından Asgard’ı yeni kralına bırakıp bazı uzay maceraları için Galaksinin Koruyucularına katılmaya karar vermişti. Filmde koruyucuların çok fazla yer alması beklenmiyordu ve öyle de oldu. Filmin ilk 10 dakikasında Koruyuculara veda ettik ve daha en başından film, bunun bir Thor filmi olduğunu bizlere hatırlattı.

2013’te yayınlanan Thor: The Dark World filminde Jane Foster rolünde izlediğimiz Natalie Portman bu filmle birlikte 9 yıl sonra role geri dönüyor. Bir astrofizikçi ve aynı zamanda da Thor’un eski sevgilisi olan Jane’i bu kez kanser ile mücadele ederken izliyoruz. The Dark World sonrası Thor ve Jane ilişkisinin nasıl bittiği birkaç ayak üstü sohbet dışında seyirciye direkt olarak verilmemişti. Bu film hem bu açığı kapatıyor hem de eski aşıkları gök gürültüsü eşliğinde bir araya getiriyor.
Dünyaya gelen Thor, Gorr ve Asgard’lıların savaşı sırasında Jane’i eski çekici Mjolnir’ı kullanırken buluyor. Fakat en karanlık zamanında çekici kullanmaya layık görülen ve Thor’un güçlerine sahip olan Jane’in kanseri Mjolnir’ı her kullandığında daha da ilerliyor. Filmin duygusal ögeleri de bu hikaye çevresinde toplanıyor. Chris Hemsworth ve Natalie Portman’ın kimyasıyla birlikte ortaya izlemesi keyifli sahneler çıkıyor.
Thor: Aşk ve Gök Gürültüsü adına yakışır şekilde oldukça yoğun aşk teması üzerine kurulmuş ve bu işlenen ‘aşk’ kavramı iki cinsin birbirine hissettiği ruhsal ve bedensel sevgiden çok daha fazlası olarak gösterilmiş. Bizler seyirci olarak yapmacık ve yapış yapış bir aşk hikayesi izlemek yerine daha duygulu, altyapısı oturtulmuş bir hikaye ile karşı karşıya kalıyoruz. Filmin renkli tonları ve kullanılan müzikler de bu temaya en iyi şekilde hizmet etmiş. Filmin soundtrack albümüne buradan ulaşabilirsiniz.
Tüm bunlar filmin artısı olsa da Thor: Love and Thunder yaklaşık 14 yıldır ekranda anlatılan Thor hikayesine büyük bir katkı sağlamıyor. Endgame filminde alkolik, formdan düşmüş ve psikolojik olarak kötü bir durumda bıraktığımız Thor’un toparlanmasını filmin başında 2-3 dakikalık küçük sahnelerle anlatarak geçiştiriyorlar. Bu da fragmanlarda vurgulayarak kullandıkları Thor’un “Kim olduğumu bulmalıyım.” sözüyle ters düşüyor. Karakterin bunca zaman yansıtmayı tercih ettikleri mizahi ve çocuksu hali Waititi’nin kalemiyle tekrardan buluşunca çığırından çıkmış gibi duruyor.
Thor: Ragnarok vizyona girdiği andan itibaren çok fazla komedi unsuru içerdiği için eleştirilmişti çünkü Ragnarok hem İskandinav Mitolojisi için hem de Thor’un çizgi romanlardaki gelişimi için önemli ve ciddi bir kavramken Waititi bu konuyu komediyle harmanlayıp ekrana yansıtmıştı. Bu filmde de benzer bir yol seçildiğini söylemek mümkün fakat Ragnarok’da gördüğümüz doyurucu aksiyon sahnelerini Love and Thunder‘da bulamıyoruz. Film sizi iki saatlik süresi boyunca güldürmeye çalışıyormuş gibi hissettiriyor. Ana kötümüz Gorr’un güçlü ve gerici girişine rağmen filmindeki komedi temposu ile birlikte karakterin yarattığı tehdit de zamanla azalıyor. Tanrı Katili olarak anılan bu karakteri sadece Asgard’lı çocukları kaçırırken izlemiş oluyoruz.

Filmin kadrosu açıklandığında Oscar ödüllü Russel Crowe’ın yer alması büyük bir sükse yaratmıştı fakat filmi izlediğimizde canlandırdığı Zeus karakterinin çok da büyük bir işlevi olmadığını gördük. Yunan Mitolojisinin en önemli ve güçlü tanrısı olarak resmedilen Zeus’u korkak ve narsist bir tavırla alay konusu haline getiren film Crowe’ın eğlenceli performansı ile birleşince keyifli dakikalar geçirmenize sebep oluyor. Bunun yanında “Tanrılar Şehri” olarak adlandırılan yeni ve ışıl ışıl bir mekanla tanışmamızı sağlıyor.
Başından beri Thor serisi, bir süper kahramanlık hikayesi anlatmanın yanı sıra ilahi güçteki bir varlığın tıpkı bizler gibi olabileceğini göstermeye çalıştı. Baba sorunları, romantik ilişkilerdeki tecrübesizlik, kardeşler arası rekabet ve en önemlisi başarısızlık. Her ne kadar bu bir Thor filmi olsa da sürekli tekrarlanan ve bir süre sonra güldürmemeye başlayan espriler, tempolu müzikler ve kullanılan canlı renklerle filmi izlerken bunun bir Taika Waititi filmi olduğunu kemiklerinize kadar hissediyorsunuz. Love and Thunder’ın en büyük hatası ise ona ilham olan çizgi romanlara ve büyük hikayelere rağmen çok daha küçük bir hikayeyi anlatmayı tercih etmesi oluyor.


