The Village.
Martin Night Shyamalan’ın kaleminden çıkıp 2004 yılında hayat bulan bir başyapıt.
Film en kısa özetiyle; muhafazakar bireylerden oluşan bir avuç insanın ağaçlarla çevrili bir düzlükte, mutlu mesut yaşamlarını konu alır. Temel kategorisi korku olarak geçer. Ancak film korkuyu; aşk, ölüm ve ahlak üçgeni arasında gidip gelerek izleyiciye sunar.
Önce filmi anlatıp sonra yorumlayacağız. Yazının buradan sonrası sürpriz bozan içerir.
Hayatlarını yaşadıkları topluma adayan bir grup insanın normal yaşamla bağlantıları yoktur. Yaşam alanları ormanla çevrilidir. Ormana ve ormandan öteye gitmeleri de kesinlikle yasaktır. Evlenip çoluk çocuğa karışmak dışında yapacakları pek bir şey olmayan bu insanlar, dış hayattan bir haber var olup, zamanı gelince yok olmaktadır.
Normalden izole bir yaşam süren bu insanlara, kırmızı rengin “kötüyü” çağırdığı ve o “kötülüğün” ormana giderlerse onlara zarar vereceği öğretilmiştir.
Kasaba, şehir gibi yapılar için; “Kötü insanların yaşadığı kötü yerler.” gibi batıl düşünceler beslemektedirler.
Zaten ne kadar isterlerse istesinler şehir veya kasabaya ulaşamazlar. Çünkü kasabayla aralarında bir orman vardır. Ormanın derinliklerinde de canavarlar olduğu söylenmiş, köy kurulmadan bir anlaşmaya varılarak sınırlar belirlenmiştir.
(Kabullenilmiş çaresizlik)
Yapı, köyün önde gelenleri tarafından yönetilmektedir. Aynı zamanda kurucu olarak bilinen bu bireyler, her pazar günü ayinden sonra buluşup yaşadıkları yerin temel sorunlarını konuşmaktadırlar.
Ancak günün birinde bir gencin ormana gidip canavarları kızdırdığı, köye saldırı girişiminde bulunduğu haberi ile ortalık karışır.
Ve asıl gerçek açığa çıkar.
Aslında “köy” olarak adlandırdıkları yer; hayattan darbe alan, kötü anılarla trajediler yaşayan bir grup insanın yaşamlarını yeniden şekillendirmek için kurdukları kolonidir. Aynı zamanda ormanda yaşadığı düşünülen canavarların köy yönetiminde yer alan yaşlılar olduğu gerçeğiyle yüzleşiriz.
Öğrenilmiş çaresizlikle bu zamana kadar iç içe yaşayan halk, yine doğdukları yerde mi kalacak yoksa isyan mı çıkaracak bilinmeyen bir merak konusudur.
Bir toplumun içerisine ilmek ilmek işlenen, bütünsel psikolojisine hükmetmek adına entegrasyona uğratan fikirleri düşünün.
Ne kadar özgür olabilirsiniz?
Özgürlüğünüz, doğduğunuz andan beri bir korku fikriyle bastırılıyor. İşte tam bu noktada da korku kültürü hayat buluyor.
Hiç bilmeyenler için filmin içerisinden gelen korku kültürü; bir bakıma toplumsal korku olarak değerlendirilmesi mümkün olan olgudur. Toplumu korkutmadan bastırılmasının mümkün olmadığına inanılır. Bastırmak için var olması mümkün olan veya olmayan bir düşüncenin en kötü versiyonu düşünülüp halka yayılmasından ortaya çıkan yönetimdir.
Korku kültürü dayatılan halk, kendini yönetime muhtaç hissederek elinde olan, olmayan tüm mal varlığını, benlik ve bütünlüğünü yönetici kesim için heba etmektedir.
(Halkın iç içe yaşaması fikri de buradan gelir.)
Bu dayatma altında yaşamaya mahkum edilen toplumlar bir aydınlanma yaşamadıkları müddetçe sonsuz bir döngü içerisinde devam ederler.
Filmde de bu aydınlanmayı, yaşanılan “korkuya, ormana yürüme” sahnesi aracılığıyla görürüz.
Korku kültürünün beraberinde artık özgürlüklerini dizgin gibi teslim eden halk; çareyi isyan çıkarmakta, taşkınlık yapmakta veya itaat etmemekte arar ancak bu organizma kara bir bulut gibi halkın üzerine çöker.
Film ütopik bir evren bozmasının distopikliğine, bastırılan toplumların büyük bir kırılma veya aydınlanma yaşamadan özgürleşemeyeceklerine parmak basar.
Son olarak köy ve korku sizin yerinizde saymanıza, prangalı bir yaşamla sarmalanmanıza sebep olur. Sizi, yaşamdan ölüme götürür.





