The Taste of the Things Film İncelemesi: İştah Açan Bir Film Analizi

Editör:
Aleyna Kavak

Sinema 7.sanattır derler. Elbette öyledir. Fakat bazen öyle filmler izleriz ki onlara söylenecek tek bir söz vardır: Sanat eseri. Vietnam asıllı yönetmen Trần Anh Hùng, sinematografik açıdan adeta bize görsel bir şölen sunduğu The Taste of the Things (Şeflerin Aşkı) filminde, ses olgusunu da çok güzel kullanarak izleyiciyi 1889 yılına, bir şatonun mutfağına ışınlamayı başarabilmiş. Film, hayatın koşturmacası içinde seyirciye tatların, kokuların, lezzetlerin ve tabi ki aşkın birbirine harmanlandığı, kısa bir soluklanma anı sunmuş.

Yönetmen ve Film Hakkında

Film Trần Anh Hùng‘un başarısını ortaya çıkaran nitelikte. Yönetmenin ”Papaya’nın Kokusu”, ”İmkansızın Şarkısı” gibi filmlerine baktığımızda Taste of The Things filminde de gördüğümüz ortak iki detay var: Yoğun hisler ve ve gözlemci bakış. Trần Anh Hùng’un oldukça iyi bir sinematografisi ve oyuncunun duygusunu hissettirmede başarısı olduğunu inkar edemeyiz. Bununla beraber yazılan içten diyaloglar, güzel betimlemeler ve bunların tamamen sadelikle yapılması oldukça başarılı. The Taste of The Things filminde zarafetin adeta vücut bulmuş hali olan, aşçı Eugenie (Juliette Binoche) ile ”mutfağın Napolyon’u” diye tanımlanan ünlü gurme Dodin Bouffant (Benoît Magimel) arasındaki romantizmi anlatan, tarihi bir drama filmidir. Filmde başrollerin aksanlı, kulağa kadife gibi gelen Fransızca konuşmaları ile ilk sahnesinden itibaren yemek pişirme seslerini duyduğumuz, şatonun bahçesinden toplandığını gördüğümüz o güzel ve lezzetli sebzelerin, meyvelerin tatlarını damağımızda hissettiğimiz bir etki yarattı bu film. Adeta dans ederek, uyumlu bir ahenkle yemek yapma sahneleri Eugene ve Rodin arasındaki romantizmi çağrıştırıp, seyirci üzerinde bir benzetme yaratıyor. ”Birine yemek yapmak birini sevmeye eşittir” gibi bir denklem kurabilmemizi sağlıyor bu film. Bu sebeple yönetmenin ödülünü hak edip etmediğine dair şüphelerimiz gitgide azalıyor.

Fransız dramlarından tanıdığımız Benoît Magimel, The Taste of The Things filminde hırslı, yemeklere duyduğu tutkuyla dönemin prensi tarafından bile tanınan, çevresindeki insanların saygı duyduğu, ”mutfağın Napolyon’u’‘ olarak bilinen bir gurmeyi canlandırıyor. Yemeklere olan tutkusu kadar, birlikte çalıştığı aşçı, Eugenie’ye duyduğu aşk, filmin ilk sahnesinden itibaren hissedilir nitelikte. Eugenie; zarif, 20 yıldan uzun süredir Dodin ile birlikte çalışan, Dodin’in karakterini oldukça iyi tanıyan, babası eskiden ünlü bir pastacı olan, güzel ve yetenekli bir aşçıdır. Dodin’in yemek yapma tutkusu gibi o da işine oldukça bağlı, yemek yapmanın felsefesini anlamış bir karakter. Yanlarındaki yardımcı kız Violette (Galatea Bellugi), film boyunca oldukça az konuşan, pasif bir kişilik. Aynı zamanda aşklarının en yakından, ”sessiz bir tanığı”. Yine film boyunca bir gün ve filmin sonunda birkaç sahnede görünen Violette’nin yeğeni Pauline (Bonnie Chagneau-Ravoire), Violette’nin aksine yemek tadımı konusunda oldukça başarılı. Bu açıdan Dodin ile Eugenie’nin evlenselerdi, kızları olabilecek tiplemedeki bir karakter Pauline. Dodin’in dostları olarak karşımıza çıkan Dr. Rabaz (Emmanuel Salinger), Augustin (Jean-Marc Roulot), Magot (Jan Hammenecker), Medecin (Laurent Claret), Beaubois (Frederick Fisbach), Grimaud (Patrick d’Assumçao) o dönemin elit, kültürlü kesimlerini temsil etmekteler. Giyim tarzları, birbirlerine yaptıkları şakalar, konuşmaları ile kibar ve olgun olan bu beyefendiler, Dodin’in ve dolayısıyla Eugenie’nin en yakın dostları denilebilir. Prens, prensin uşağı, prensin aşçısı gibi karakterler de sadece bir sahnede gördüğümüz, 19. yüzyıl Fransa’sı için yerinde sayılabilecek karakterler.

Filmde Yemek Olgusu

”-İlk defa yediğin Norveç omleti hakkında ne düşünüyorsun?
-Neredeyse ağlayacaktım.”

Filmin en önemli temalarından biri de sayısız çeşitte ve sayısız lezzette yemekler. Özellikle 19. yüzyılda geçtiğini bildiğimiz filmde, bir şatonun ferah mutfağında, sabırla, yavaş yavaş pişirilerek hazırlanan yemekleri gördüğümüzde; kesilmelerini, pişmelerini, soslanmalarını  duyduğumuzda karnımızın acıkmaması işten bile değil. Bu sebeple filmi aç karna izlemeyiniz! Çoğunun ismini bile duymadığımız yemekler, elbette Fransız mutfağının ürünleri. Burgonya sosu, konsome, pot au feu (bir çeşit sebzeli et yemeği), kraliçe soslu bıldırcın çorbası, kalkan balığı, Norveç omleti gibi yemekler, yapılışından itibaren seyirciye gösteriliyor. Üstelik dostlarla yapılan yemek ziyafetlerinde konuşulan entelektüel konular, birbirinden değerli şarap ikramlarıyla bu film, seyirciye küçük çaplı bir kraliyet menüsü tadıyormuş hissi yaşatıyor. ”Tanrı yalnızca suyu yaratmıştı, insansa şaraba yarattı.” gibi diyaloglarla dahil edildiğimiz, yemeklerin değerli unsuru, insanlarınsa hayranlığı olan şaraplar, şarabı içen insanların birbirleriyle konuşmaları kadar zarif görünüyor. Mutfakta yemek pişerken, sunuma hazırlanırken seyirciyi mutfağa gözlemci bir bakışla baktıran yönetmen Trần Anh Hùng, masa sohbetlerinde de orada bulunanlardan biriymişiz gibi hissetmemizi sağlamış. Uzun süre kesilmeyen planlar, sürekli olağan ses akışının sahnelere dahil edilmesi gibi unsurları düşününce yönetmenin sinematografisi oldukça başarılı.

Çeşitli yakın dostları için düzenli olarak yemek ziyafeti veren Dodin’e en büyük yardımcı, tabi ki Eugenie. Kendisine misafirler tarafından neden masaya gelmediği sorusuna ”Örneğin kalkan balığı. Onu yürekten tanıdım; rengini…yoğunluğunu… bir ısırık bile almadan tadını! Siz bu kalkan balığından benim aldığımın fazlasını almadınız.” cevabını vererek yemek yapmaya olan tutkusunu, yemek yaparken yiyeceklere duyduğu saygı ve hayranlığı gözlerimizin önüne seriyor. Çünkü bu filmde alt temalardan bir tanesi, yemek yapmanın sanatsal boyutu yani bir ”karın doyurma” eylemi olmasının ötesinde. ”Yemek yapılan malzemeyi tanıma, ona gereken önemi verme, gereksiz malzemeleri kullanmadan her tadın doğal habitatında en doygun anını yaşaması” gibi bir düşünce de işleniyor. Ayrıca filmin yardımcı karakterleri olan yardımcı kız Violette ve onun yeğeni Paoline, Eugenie ve Dodin arasındaki romantizmin başlıca tanıkları. Bu yemek yapma ritüellerinin arasında bir kaç kez fenalaşan ve daha sonra bir kaç kez bayılma nöbeti geçiren Eugiene, kendisine tutkuyla bağlı olan Dodin’i korkutuyor.

Şeflerin ”Lezzetli” Aşkı

”Bu akşam kapınızı çalmaya gelebilir miyim?”

Filmde cinsellik, Dodin ile Eugiene arasındaki aşkın açığa çıkmasıyla çok nadir bir kaç sahnede işlenmiş. Fakat bu sahneleri de, sadelikle yaparak hissiyat olarak seyirciyi aralarındaki romantizme şahit kılmış. 20 yıldan fazladır birlikte çalıştıklarını diyaloglardan anlaşılan; karakterlerin birbirlerine hala ”siz”li konuşması, aralarındaki nezaket, seyirciyi filmin hissiyatına yaklaştıran diğer unsurlardan. Yine konuşmalardan anladığımız şekilde evlenmeyi asıl istemeyen kişinin Eugenie oluşu, buna rağmen birbirlerine olan derin bağlılıkları, tam anlamıyla seyirciye aktarılmayı başarıyor. Gece, göl kenarında sohbet ettikleri sahnede, Eugenie ve Dodin arasında evlilikle ilgili konular geçiyor. Eugenie’ye ”evlenelim mi?’‘ diye soran Dodin’e Eugiene’nin cevabı ”bu soruyu bana kaç defa daha soracaksınız?” oluyor ve Dodin’in daha önceden de Eugenie’ye bunu sormuş olduğu anlaşılıyor. Aralarındaki ilişki fizikselden ziyade, birlikte benzer şeylerden keyif alan iki entellektüel insanın aşkı gibi. Her gün birlikte yemekler yapılıyor, yeniyor, şaraplar içiliyor. Bazı geceler de Dodin’in Eugenie’nin odasına gitmesiyle aralarında cinsel bir ilişki de olduğu açık edilmiş. Bu durumu sadece, duş alan Eugenie’nin odasına gidip onu seyreden veya çıplak bir şekilde uyurken onu okşayan Dodin karakterini gördüğümüzde anlıyoruz. Çevrelerindeki herkes ikili arasındaki ilişkinin farkında gibi ancak her şey olağan akışına bırakılmış. Sorgulanmadan, anın tadını çıkararak geçirilen güzel zamanlar yaşanıyor.

”Yemek sanatının Napolyon’u, ama bir şair değil!”

Filmde ilgi çekici sahnelerden bir diğeri, Dodin’in Eugenie’ye yemek yaparak evlenme teklifi ettiği sahne. Özenle çeşit çeşit yemek hazırlandıktan sonra sıra tatlıya geliyor. Armut reçeli olduğunu tahmin ettiğimiz kavanozlardan armut seçen Dodin, tatlıyı hazırlayarak Violette’e servis için veriyor. Tabağı verirken de nasıl koyması gerektiğini sıkı sıkı tembihliyor. ‘O tatlıda o kadar özel olan başka ne var?’ diye düşünmeden edemiyor insan. Beğeniyle tabağı inceleyen Eugenie, tatlının yanındaki yüzüğü fark ediyor ve gülümsüyor. Ayrıca tatlıdaki armutun yerleştirilme biçimi, bu sahnenin sonrasında gelen, Eugenie’nin gece, çıplak bir şekilde odasında uyuduğu sıradaki haline benziyor. Yönetmenin ”evlenme teklifinin taşıyıcısı” olan tatlı ile ”o teklife layık olan” kadın arasında böyle bir benzerlik kurmuş olması ihtimali, gerçekten heyecan verici. Evlenme teklifini bile, sanatı olan yemek yapmayla birleştiren Dodin, bu yüzden Violette’e tabağı nasıl koyacağını tembihlemiş. Kısacası bir şefin aşkı, olduğu gibi yaptığı yemeklere konuluyor ve onu yansıtıyor.

Hayatımızın Sonbaharı

”Eugenie, hadi gel seninle sonbaharda evlenelim.”

Daha sonra evlenme kararlarını sevdikleri dostlarına, şatonun bahçesinde güzel bir yemekle duyuruluyor. Bu sahnede Dodin, güzel bir konuşma yaparak Eugenie ve kendisi için güzel sözler söylüyor. ”Eugenie ve ben, ömürlerimizin sonbaharında evlenmeye karar verdik.’‘ Bu sahneden sonra gösterilen sahne, filmin en etkileyici sahnelerinden birisi. Ormanda yeşilliklerin ve sapsarı güneşin altında dolaşmakta olan Eugenie ve Dodin, kendi aralarında konuşuyorlar. Eugenie, ”Hayatımızın sonbaharındayız diyorsunuz. Kendi adınıza konuşun. Ben hayatımın yazını yaşıyorum. Bir gün göçüp gittiğimde de hala yaz olacak.” diyor ve önce kıştan başlayarak mevsimleri betimliyor. Onlar böyle konuşurken aynı zamanda ormanda, ağaçların arasında yürümekteler. Kış mevsimini konuşurken ormanın daha ağaçlı ve karanlık bir ortam olması, yaza geçtiklerinde, ”Ama yaz güneşi… Yanma hissini seviyorum, vücudumda böylesi bir yanma hissine ihtiyacım var.” cümleleri söylendikten sonra sapsarı otların arasında, daha ağaçsız ve ferah bir açıklıkta, tam anlamıyla ”yaz güneşi”nin altında olmaları, gerçekten çok etkileyici. Sanki o yürüyüşün başı kışta başlamış ve sonu yazda bitmiş gibi hissettiriyor.

”Kuzu Göbeği Mantarları. İlkbaharda!”

Yeniden nöbet geçiren Eugenie’yi, dostlarından birisi, Dr. Rabaz, muayene ediyor. Eugenie’nin hastalığını ve tedavinin ne olduğunu bilmediklerini öğrenen Dodin, çok üzülüyor. Bir gece aniden vefat eden Eugenie’nin yasını uzunca bir süre tutan Dodin, kendini alkole veriyor ve günlerce yemek yemiyor. Bu sırada dostlarının yardım girişimleri, örneğin Dodin’e, Eugenie’ye benzeyen bir aşçı getirerek onun önlüğünü takması gibi planlarla yardım etmeye çalışıyorlar. Tabi bu yardımın Dodin tarafından oldukça sinirli bir şekilde reddedilmesi ve aşçının, tam anlamıyla ”yaka paça dışarı atılması”, öngörülebilir bir durum. Bir süre sonra Dodin, Pauline’yi çırak olarak yanına almaya ikna oluyor. Acısı hafiflemese de biraz zaman geçtikten sonra Violette ve Pauline ile kendisine yardımcı bir aşçı bulmaya girişen Dodin, birçok aşçının yeteneklerini sınasa da bir türlü aradığı yetkinlikte bir kişiyi bulamıyor. Fakat aradığı aşçı yakın arkadaşlarından biri olan Grimaud tarafından önüne getiriliyor. Tatması için kendisine getirilen yemeği oldukça başarılı bulan Dodin, bu aşçıyla tanışmak üzere evden çıkıyor. Ayrıca bu sahnede, yemeği tadarken Dodin’in söylediği ”Kuzu göbeği mantarları. İlkbaharda!” cümlesi ile öldüğünde hala yaz olan Eugenie’nin ölümünden neredeyse bir sene geçtiği çıkarımı yapılabilir. Dodin için yeniden ilkbahar başlamış, yaza geçiş yaşanacaktır. Bu bağlantı acının geçtiği, hayatın normale döndüğü anlamına da gelebilir. Dodin, Pauline ve Grimaud evden çıktıktan sonra, mutfağın kesintisiz ve uzun bir planı gösterilirken, daha önce de ormandaki yürüyüş sırasında duyulan ”Ben en çok yazı severim. Bir gün göçüp gittiğimde de hala yaz olacak.” cümleleri konuşulmaktadır. Ardından güneşli bir havada, mutfak masasında oturan Dodin’e ”Ben senin aşçın mıyım kadının mıyım?” diye soran Eugenie, Dodin’den ”aşçımsın” yanıtını almasıyla istediği yanıtı almış gibi gülümsüyor ve film bitiyor.

Kısaca orta yaşlı iki kişinin birbirlerine duydukları ”lezzetli” aşkları, hem o dönemden güzel bir kesit sunuyor hem de detaylardan keyif almanın, özenle pişirilen yemekler önümüze geldiğinde bir süre düşünmemize yol açıyor. Ayrıca filmde kullanılan doğal ışıklandırma, filme gerçekten güzel bir doku katmış. Filmi natürel kılan unsurlardan biri de bu gibi görünüyor. Özetle günlük hayattan uzaklaşarak, sakin, süresine göre yormayan, ”doğal” bir film izlemek istendiğinde bu film oldukça iyi bir yapıt.

Verda Ceylan
Verda Ceylan
Herşeyi ayırmak içimden gelmiyo

Diğer Yazılar

İlginizi Çekebilir

The Iron Claw Film İncelemesi: Güreş Uğruna Yok Olan Bir Aile Hikayesi

Sean Durkin'in yazıp yönettiği, başrollerinde Zac Efron ve Jeremy Allen White'ın yer aldığı 2023 yılının en başarılı dram filmlerinden The Iron Claw film incelemesi.

Altın Küre En İyi Film Ödülünü Kazanan 10 Film

Sinema ve televizyon dünyasının en prestijli ödüllerinin verildiği, son 10 yılın "Altın Küre En İyi Film Ödülünü" kazanan filmlerin seçkisini sizler için hazırladık.