Coralie Fargeat, The Substance (Cevher) filmi ile insanı rahatsız edecek derecede grotesk aynı zamanda tuhaf bir şekilde eğlenceli olan bir karışımla karşımıza çıkıyor. 2024 Cannes Film Festivali‘nde En İyi Senaryo Ödülü‘nü kazanan film, Dr. Jekyll ve Bay Hyde hikayesini trilyon dolarlık kozmetik sektörünün bir rüyası ya da kabusu olarak yeniden anlatıyor.
İmkansız güzellik standartlarının ve gençliğe aşırı takıntımızın altında ezildiğimizi hissetmek yeni bir şey olmasa da yönetmen filmde, bu “gençlik çeşmesi” arayışını kan ve neonlarla dolu bir gösteriye dönüştürüyor ve David Cronenberg‘in body horror türüne feminist bir bakış açısı getirerek başarılı göndermeler yapıyor.
Yazının bundan sonraki kısmı spoiler içermektedir.
Kendinizin Daha İyi Bir Versiyonu

Film artık çok yaşlı sayıldığı için TV kanalından kovulan, bir Hollywood aktrisinden aerobik şov sunucusuna dönüşen Elisabeth Sparkle‘ın (Demi Moore) hikayesini anlatıyor. Harvey (Dennis Quaid) adındaki garip bir yönetici “genç” olanlara yer açmak için Elisabeth’in programını kaba bir şekilde iptal ediyor. Kalbi kırılan Elisabeth gençlik takıntılı bu sektörde çalışmaya devam etmesine olanak sağlayacak, kendisinin daha genç bir versiyonunu yaratacak The Substance adlı gizemli bir ürünü kullanmaya karar veriyor.
Bu gizemli ürün uygulandığında kendinizin daha iyi bir versiyonunun ortaya çıkacağını vaat ediyor ve çok özel kurallarla birlikte geliyor: Elisabeth, genç halini yalnızca bir kez etkinleştirebilecek ve o ikinci kişiliği istisnasız her 7 günde bir kapanacaktır. 7 gün kendisi, 7 gün genç hali bilinçli olmak zorundadır. Plastik torbalar, şırıngalar ve tüplerle dolu gelen ekipmanı talimatlarına uygun olarak kullanmaya başladığında Elisabeth’in derisinin omurgasından aşağı doğru yarıldığını ve yeni bedeninin/benliğinin ortaya çıktığını görüyoruz: Genç ve seksi Sue! (Margaret Qualley).
Elisabeth ve Sue film devam ettikçe, ne pahasına olursa olsun gençliğin peşine düşmenin söylenmemiş yan etkileri olduğunu öğrenmeye başlıyorlar. İki benliğin dengeli bir şekilde bilinçlerini paylaşmaları gerekirken, Sue’nun süresini aşması Elisabeth’in bedeninde yan etkilere neden oluyor: Elisabeth’in vücut parçaları yaşlanmaya başlıyor! Fiziksel gelişim yoluyla yeni bir benliğe sahip olabilirsiniz ancak film bunu yaptığınızda eski benliğinizi ve belki de gerçek benliğinizi emen bir parazit olduğunu söylüyor. Filmde deforme olan sadece Elisabeth’in bedeni değil aslında ruhu oluyor.
Kendisinin sürekli daha fazla kolajen içeren versiyonuyla bir arada yaşamaya başlayan Elisabeth, bedenindeki deformelerin de etkisiyle yavaş yavaş delirmeye başlıyor ve bence Demi Moore’un oyunculuğunun zirvesi olan bir performans izlemeye başlıyoruz. Kendinden nefretle mücadele eden bir kadın olarak Moore çok soyut bir şekilde kendisinin bir versiyonunu oynuyor ve oyunculuğu korku ve umutsuzlukla dalgalanıyor. Karakteri giderek daha karanlık derinliklere ulaştıkça üzücü bir öfke sergiliyor ve kendi güzelliğini göremez hale geliyor.
Nesneleştirilen Bedenler

The Substance, eğlence sektörünü ve insanların gençlik arayışından para kazanan kozmetik sektörünü eleştirirken bunu o kadar gösterişli bir şekilde yapıyor ki her sahne izlenmeye değer bir hal alıyor. Fargeat ve görüntü yönetmeni Benjamin Kracun, her sahnede karakterlere uygun lensler ve uzak-yakın çekimler kullanarak filme uygun abartılı bir estetik yaratıyor. Görüntüler, The Thing (1982) filmindeki canavarı, Carrie’deki (1976) kan banyosunu, Requiem for a Dream’in (2000) bağımlılığa dönüşen dehşetini hatırlatıyor. Tüm bunları orijinal kılan şey de, Coralie Fargeat’in bunları kendi stilize sesiyle ve kadınların iktidar tarafından yönetilme şekline karşı feminist öfkesiyle birleştiriyor olması.
Film aynı zamanda belki her şeyden çok sıklıkla male gaze (erkek bakışı) meselesiyle ilgileniyor. Kamera, Qualley’in vücudunu açıkça izliyor, aşağı yukarı hareket ederek çoğunlukla pornoyu anımsatan keskin ve parlak bir ışıklandırmayla destekleniyor. Filmde o kadar çok çıplaklık kullanılıyor ki bu, filmin hiciv tasarımın bir parçası olarak kadınların nesneleştirilmesini kadınları nesneleştirerek anlatıyor.
Zaten güzellik algısının özellikle TV sektöründe erkekler tarafından belirlendiği düşünülürse film de buradan yola çıkarak kadın güzelliğine ilişkin saçma standartları ve şöhretin yıkıcı gücünü hatırlatmakla kalmıyor, aynı zamanda aynayı bize çeviriyor. Böylece en keskin eleştiri bedenlerle ilgili değil, kendimizi bu bedenlere bakmak için nasıl eğittiğimiz ve bunun üzerimizde nasıl bir etki yarattığıyla ilgili oluyor.
Kostüm Tasarımında Renk Sembolizmi

Fargeat, ilk uzun metrajlı filmi Revenge‘de (2017) olduğu gibi, çok az karaktere odaklanan iyi bir senaryo yazıyor. Her karakterin kişiliğini şekillendirmek için göz alıcı renkler ve malzemeler kullanan Emmanuelle Youchnovski’nin kostümleri de filmde güçlü bir ritim yaratmayı başarıyor. Mükemmel arayışının kaçınılmaz olarak nasıl kendi kendini yok etmeye yol açtığını ortaya koyduğu bu hikayede, kırmızı, sarı ve mavinin canlı tonları, filmin görsel manzarasını en başından sonuna kadar hikayeye uygun bir şekilde aktarıyor.
Film, Revenge’in canlı pembe ve mavi renk şemasını geliştirerek onu Beverly Hills’e uygun cesur ve parlak bir renk paletine dönüştürüyor. Elisabeth Sparkle’ı başlangıçta camgöbeği mavisi tek parça giysi içinde, Sparkle Your Life adlı şovunun son bölümünü gerçekleştirirken görüyoruz. Kovulduğunda çivit mavisi üzerine turkuaz fiyonklu bir bluz ve blazer giyerken gördüğümüz Elisabeth, genel olarak doygun renkler giyiyor ve her zaman kendinden emin görünüyor. Ama belki de filmin tamamındaki en anlamlı giysisi yumurta sarısı paltosudur. Bu palto onun imzası ve ilk sahnede bölünen yumurta gibi vücudunun deneyimleyeceği sürecin görsel bir habercisi oluyor.
Elisabeth’in Sue olarak ilk haftasında kimlik değişimi, pembelere ve morlara geçiş yoluyla yansıtılıyor. Sue yeniden markalanan aerobik TV şovu Pump It Up‘ın yıldızı rolünü üstlendiğinde, metalik pembe tek parça giysi giyiyor. Elisabeth ve Sue, iki beden arasında yaşarken zamanlarını bölüştükçe renk paletleri giderek daha belirgin hale geliyor. Elisabeth, düz ana renklerde özel dikim parçalarına sadık kalıyor ve asla sarı ceketi olmadan evden çıkmıyor. Sue, Elisabeth’in gardırobunu kısaltılmış tişörtler, ceketler ve mini etekleriyle değiştiriyor. Sue’nun kıyafetlerindeki sürüngen motifi (siyah yılan derisi tulum ve pullu ejderha bornozu) deri değiştirme ve yeniden doğuş temalarına gönderme yapıyor.
Film yıkıcı sonuna doğru yaklaşırken renk sembolizmi daha da belirgin hale geliyor. Kendini yok etmenin yolu karanlık renklerle döşeniyor. İrin sızan mor bir apse, çamurlu kahverengi sıvılar, sarı-kahverengi tırnaklar… Sue’nun kontrol açlığı arttıkça Elisabeth’in vücudunun rengi giderek yaş ve hasar belirtileriyle solmaya başlıyor. Sue Elisabeth’ten ne kadar çok ışıltı çalarsa, giysilerinde o kadar çok parıltı ve payet görüyoruz. Öte yandan Sue’nun pembe ağırlıklı renk paleti, kadınlara sürekli pazarlanan canlı, genç kadınlığı çağrıştırıyor.
Filmin hikayesi bugün için uyarıcı bir hikaye gibi görünse de filmin kalbindeki dehşet yıllardır bizimle birlikte olan ve yüzeysel olmaktan çok daha fazlası olan bir sorunu da ortaya koyuyor: Güzelliklerden çok kusurlara odaklandığımız (ya da kusurlar yarattığımız) bir bakış açısının hayatımızı nasıl altüst ettiğiyle ilgileniyor.
The Substance 31 Ekim’den itibaren Mubi Türkiye’de gösterimde.
Filmin fragmanına buradan ulaşabilirsiniz:
Kapak Görseli:
“The Substance”. Rogerebert. Web. 26.10.2024


