David Chase imzasını taşıyan ve James Gandolfini‘nin başrolü üstlendiği The Sopranos, şüphesiz ki 21. yüzyılın ilk yarısının en rağbet gören televizyon dizilerinden biri haline gelmeyi başarmış bir televizyon efsanesidir. Hissettirdikleri, anlattıkları ve felsefesiyle 25 yılı aşkın süredir büyük kitleler tarafından hatırı sayılır biçimde gördüğü ilgiyi hak edip etmediği neredeyse tartışma konusu haline bile gelmemiştir. Dizinin kimilerine göre rakipsiz olmasının arkasında hangi sebepler yatıyor? Bu içerikte The Sopranos’un neden yıllar sonra bile en sevilen dizilerden biri olarak anılmasının sebeplerini inceliyor olacağım.
Realizmin Çarpıcı Yüzünü Yalın Bir Anlatımla Dengelemek

Amerika’ya kök salmış İtalyan mafyasının gelenekleriyle yetişmiş bir mafya babası olan Tony Soprano’nun terapistinin bekleme odasında bir heykele bakmasıyla başlayan The Sopranos, seyirciye izlettiği ilk sahneden itibaren aslında klasik bir mafya dizisi olmadığının sinyallerini net bir şekilde verir. Geçirdiği panik atakların olumsuz etkileriyle baş edemeyen ve hayatı ile bastırılmış hisleri arasında denge kurmakta zorlanan baş karakterimiz, kendini terapi odasında, kimliğinin değil sadece duygularının önem arz ettiği o odada bulur. Terapi odasına adım attığı andan itibaren ailesi, itibarı, mafyatik işleri onun için birincil sırada değildir. Bu yüzden terapiyle benliğinin derinliklerine inmeye çalışan Tony Soprano, travmalarıyla ve tüm alt kimliklerden sıyrılmış benliğiyle yüzleşirken çok zorlanır. Biz de diziyi izlerken bu kimlik kargaşasını en gerçekçi haliyle hissederiz.

The Sopranos evreninde birçok kez çarpıcı sahnelere tanıklık ederiz ve bu çarpıcı sahnelerin çoğunda Tony Soprano, gözünü kırpmadan herhangi bir insanın canına kıyabilecek mafyatik bir karakter; eşine ihanet edebilecek sadakatten yoksun bir eş ve çocuklarına kendisine de bir başkasından geçmiş travmalarının zincirini aktaran bir baba olarak karşımıza çıkar. Fakat Tony Soprano’yu bu kimliklerinin korkunçluğu tesiri altında kalmadan gördüğümüz bazı sade anlar da vardır: Havuzundaki ördekleri kimse ortalarda yokken beslerken, antidepresanlarını içerken aynanın karşısında kendiyle sessizce yüzleşirken ve terapisti Jennifer Melfi’yle kurduğu diyalogların gizli ve güçlü anlamlarını sığlaştırmak için öfke patlamaları geçirirken. Hayatın olağan akışının parçası gibi görünen olaylar ile İtalyan-Amerikan mafyasının realistik birer parçası olan olayların yalın ve çabasız görünen çekimlerle birbirine bağlanmasını sağlayan The Sopranos’un sinematografisi, karakterin kimllik karmaşası içinde dönen ruhsal krizler ile olayların birbirleriyle olan bağını dengelemeyi çok net bir biçimde başarmanın en net örneklerlerinden.
Güçlü Diyalogların Arasında Çelişkiyle Örülü Bir Aile Kavramı

The Sopranos’un yıllar sonra bile en iyi televizyon dizisi olarak anılmasının en büyük nedenlerinden biri televizyonda yayınlanan bir mafya dizisinden çok daha fazlasını izleyiciye sunan diyalogları ve diyalogların olmadığı durumlarda bile verilen gerçek hayat kesitleri. Özellikle dizinin son sezonlarında Tony Soprano’nun çocukluğuna indiğimizde görürüz ki aile ve çete içi travmalar örgüsü Tony’nin hayatına sandığından ve sandığımızdan çok daha fazla etki etmiştir. Dizide belli bölümlere kadar görmediğimiz aile üyeleri diziye girdiğinden itibaren Tony Soprano ve travmalarının kaynağı olanlar arasında dönen dizinin mihenk taşı denebilecek diyaloglar dizinin olay örgüsüne katkıda bulunarak, yer yer çatışma unsurunu da diziye ekleyerek görsel ve işitsel bir şölen sunar.

Diyalogların büyük bir önem arz ettiği bu dizi evreninde, dizinin bir efsane olarak kabul edilmesinin bir diğer sebebi ise aile kavramına verilen önemin her açıdan vurgulanması. Tony Soprano’nun mental sağlığının kötüye gitmesinde ailesi ve çevresinin yadsınamaz derecede olumsuz etkileri olsa da Tony Soprano, aile kavramını her şeyin üstüne koyan bir insan portresi çizer. Tony Soprano, “Ne kadar yakın olduğunuzun önemi yok,arkadaşlar bir gün sizi yüzüstü bırakır gider fakat aile güvenebileceğiniz tek kurumdur” diyerek ailenin kendisine dair öneminin altını çizer. Fakat biz Tony Soprano’nun aileye değer temalı bu iddialı sözlerinin arkasındaki gerçeği bilen bir üçüncü göz olarak karakterin her durumla olan ilişkisinde olduğu gibi burada da bir çelişkinin olduğunu gözlemleriz. Çünkü kendisi sadık bir eş ve ideal bir baba olmadığı gibi üst nesliyle de iyi ilişkilere de sahip değildir. The Sopranos’un 6 sezon boyunca gösterdiği bağlar ve ilişkiler içerisindeki koparılması en zor olanı olan aile bağı, bizleri kökenlerimize veya kimilerimizin sonradan oluşturduğu sorunlu aile kavramına götürerek diziye karşı sezonlardır kazandığımız sempatiyi bir çeşit empatiye dönüştürür. Tüm bu çelişkili aile yapısının bir kitle iletişim aracına yansıtılmasıyla birlikte The Sopranos, derin psikolojik tahlilerle harmanlanmış gerçek hayat sahnelerinin bütünü olarak büyük kitlelerde ses getirir.
Oyunculukların Birer Gerçek Karaktermiş Hissi Yaratması

The Sopranos’un izleyenlerde arşivden bir video kaydı izliyormuş hissiyatı yaratmasının bir sebebi var: Oyunculukların abartıdan uzak, iddialı ve çarpıcı olması. Özellikle başrollerde izlediğimiz James Gandolfini, Lorraine Bracco ve Edie Falco gibi isimlerin abartısız ve gerçekçi oyunculukları David Chase’in yönetmenliğiyle birleşince dizi, seyircinin gözünde ilk sıralara yerleşir ve üstünden çeyrek asır geçse de ilk günkü tazeliğini korur.
Oyuncuların Sessiz ve Etkili Performansları

The Sopranos’un yıllarca akıllara kazınan sahnelerinin bazıları, dizinin dıştan gözüken sert ve gürültülü havasına karşın sessiz, karanlık ve depresif dizi evreninin iç açıcı sayılmayacak havasının iç çatışmalarla birleştirildiği anlardan oluşur. Karakterler bu sahnelerde çoğunlukla dışa vuramadıkları duygularını içlerinde bir fırtınaya dönüştürerek bizlere kendi iç çatışmalarımızı hatırlatırlar ve bu sayede dizi belki de hiç kendimize benzetmediğimiz karakterlerle bağ kurmamızı sağlayarak empati duygumuzu arşa çıkarır. The Sopranos’un, yayınlanmaya başladığı yıl olan 1999’dan beri eğer kimilerine göre rakipsizliği, güzel planlanan bir proje olması ve profesyonel bir ekiple çalışılması gibi temel etkenler göz önünde bulundurulduğunda tesadüf olarak nitelendirilemeyecek kadar kesin.
Kaynakça
Öne çıkarılan görsel: Us Weekly