The Fabelmans: Sinemanın Büyüsüne İnanmak

Editör:
Işılay Güzel Yılmaz

Yönetmenliğini Steven Spielberg‘ün yaptığı, senarist koltuğunu Tony Kushner‘la paylaştığı film 2022’nin ödül sezonunda sıkça adını duyacağımız yapımlardan biri olarak öne çıkıyor. Filmin başrollerinde; Gabriel LaBelle, Michelle Williams, Paul Dano, Seth Rogen, Julia Butters, Judd Hirsch ve David Lynch‘i izliyoruz.

Yönetmen çok kişisel hayat hikayesinden esinlenerek yaptığı bu büyüme hikayesinde, aile olma, birey olma gibi kavramları da sorgulatıyor.

Hikaye otobiyografik özellikler içeriyor, ancak ne kadarı gerçekten yaşanmış bunu kestiremiyoruz. Belki yarı otobiyografik demek daha doğru bir tanım olabilir. Son yıllarda çocukluğundan gelen sancıları anlatmak, geçmiş deneyimlerini seyirciyle paylaşmak ve çok kişisel anlatıları beyaz perdeye taşımak yönetmenler arasında yeni bir akım durumuna geldi. Belfast filmiyle geçen yıl kimileri tarafından göklere çıkarılıp kimileri tarafından olumsuz eleştirilere maruz kalan Kenneth Branagh, çok yakın bir tarihte izleme şansı bulduğumuz James Gray‘in çocukluğundan izler taşıyan Armageddon Time ve çıktığı yıl eleştirmenlerin gözbebeği olan Alfonso Cuaron‘un başyapıtı diyeceğimiz Roma da The Fabelmans gibi otobiyografik özellikler taşıyan filmlerdi.

Yönetmen genç yaşından itibaren sinemanın harika çocuğu olma yolunda koşar adımlarla bugünlere kadar gelmeyi başardı. Onun filmlerini izlerken sinemaya olan büyük tutkusunu görmemek imkansız. Ana akıma hitap eden filmler çekmesi onu uluslararası kaybolmayan bir üne kavuşturan en önemli nedenlerden sayılabilir, ancak bu denli bir sinema aşkının hayatın temelinden geldiğini tahmin etmek çok güç değil. Sinemaya daha küçük bir çocukken babasının ona aldığı 8 mm.lik bir kamerayla başladığını görüyoruz. Basit çekimler yaparak günden güne ilerlemesi ve lise dönemlerinde kısa filmler çekmesi, bu filmlere verdiği gerilim, bakış açısı ve hikayesel anlamda dikkat çekici olmalarıyla, çektiği filmler herkesi etkilemeyi başarıyor.

Filmin başlangıç sekansı Cecil B. DeMille‘in 1952 yapımı The Greatest Show on Earth filmine giden bir ailenin görüntüsüyle başlıyor. Filme girmekten korkan çocuklarını ikna etmeye çalışıyorlar. Bu sahneyi izleyince, Spielberg’ün sinemaya çekilmesine ve sinemayla aşk yaşamasına neden olan filmi öğrenmiş oluyoruz. Her yönetmenin ve sinemaya gönül vermiş herkesin kalbinde yer edinen böyle bir filmi mutlaka vardır.

Anne, baba ve üç kız kardeşiyle mutlu bir çocukluk geçirdiğini görüyoruz. Anlayışlı ve başarılı bir babaya, onları çok seven bir anneye sahip olmuş. Kardeşleriyle de sorunlu bir çocukluk hayatı geçirmemiş, ancak yaşadıkları Arizona’dan çıkıp babasının işi için taşındıkları California’da işlerin onun ve ailesi için değişmeye başladığını izliyoruz.

Henüz Arizona’dayken çıktıkları bir kamp tatilinde kamerasına yerleşen karelerde tesadüfen annesinin bir sırrını öğreniyor. Öğrendiği sırrın ağırlığı onu sessiz kalmaya itmesine rağmen, duygularını bastırmak konusunda başarısız oluyor. Annesine ve babasının yakın arkadaşı Benny’ye karşı kaba tavırlar sergiliyor. Bir kavga esnasında annesine bildiklerini söylemek yerine, kamp tatillerinden kalan görüntüleri editlediği ikinci filmi izletiyor. Kendisi dışında kimsenin izlemediği o filmi… Yönetmen daha o zamanlarda bile konuşmak yerine, sorunlarını kamerası aracılığıyla dile getirmeyi tercih ederek sinemanın hayatının en büyük parçalarından biri olacağının işaretini veriyor.

Bu tarz masalsı anlatılar gerçeklerle bütünleştiğinde, seyirciye çok daha farklı bir boyuttan sesleniyorlar. Filmin adı daha en başından bir aile anlatısına işaret ediyor ve bu iddiasını destekleyerek bir ailenin yaşadığı sorunlara, mutluluklara, gelgitlerine şahitlik ettiriyor. Tabii ne anlatırsa anlatsın bunu büyüme sancılarına eşlik ettirerek yapıyor. Yönetmenin çocukluğundan gelen sinema tutkusunu, büyümesini gözlemletmeden yapması ne kadar mümkün olabilirdi ki?

Film sinemaya gönül vermiş kişiler üzerinde daha tesirli olacaktır. Neticede dört parmağını kamera yapmadan, bir film çekmeyi hayal etmeden büyümesini tamamlamış kaç sinema aşığı vardır ki?

Bu film, sinema mucizesine aşık kişilerin aslında Spielberg’den, Hitchcock’tan, Tarantino’dan, Bergman’dan, Varda’dan, Godard’dan bir farkları olmadığını hissetmesi açısından farklı bir yerde konumlayacakları filmler arasında sayılabilir.

Michelle Williams’ın performansı film boyunca göz dolduruyor. Onu histerik, bencil, çocuklarını seven; ancak depresyonunu saklayamayan güçsüz bir kadın olarak izliyoruz. Spielberg’ün bize, çocukluğundan ve gençliğinden gelen hatıralarında annesini tarif etme yolu bu. Babasıysa; neredeyse yüzünde hep tebessüm olan, karısına çok aşık, çocuklarını seven, işine ve ailesine bağlı biri olarak hikayedeki yerini alıyor. Anne Fabelman dört çocuklu, ona tapan bir kocaya sahip olmasına rağmen mutluluğu başka birinde bulmuş ve o mutluluğa sahip olamadığı her gün çevresindekilere depresyon ve mutsuzluk servis eden biri konumunda. Annenin sevdiği adamı unutmak ya da ondan vazgeçmek gibi görünen tüm davranışları aslında sadece eskiyi ne kadar özlediğini anlatmaya çalıştığı birer çığlık gibi düşünülebilir. Bu çığlık içinde kaldıkça daha da hırçınlaşan, kendi dahil herkesi mutsuz eden biri haline geliyor ve 1950’lerde ve 1960’larda yaşanan o mutlu aile temelinden sarsılıyor. Anne ve baba boşanma kararı alıyor.

from left Sammy Fabelman Gabriel LaBelle Mitzi Fabelman Michelle Williams Burt Fabelman Paul Dano Natalie Fabelman Keeley Karsten Reggie Fabelman Julia Butters and Lisa Fabelman Sophia Kopera in The Fabelmans co written produced and directed by Steven Spielberg

Tüm bu aile içi sorunlar yaşanırken, zaten zorbalığın en çok yaşandığı dönem olan lisede, başka bir şehirde yeni bir çevre edinmeye çalışması da Sam için yeterince zor bir evreye dönüşüyor. Buna rağmen okul balosunda yine kamerası konuşuyor. Kamerasıyla birini komik duruma düşürebilirken, bir başkasını Tanrı gibi gösterebildiğini izliyoruz.

Sinema mucizedir. Orada imkansıza yer yoktur. Sınırsız güçlere sahiptir. Sizi uzaylılarla tanıştırır, yıllar önce yaşamış hayran olduğunuz bir yazarı salonunuza getirebilir. Superman’le dost olup, bir hayaletin doğuşuna tanıklık ettirebilir. En büyük korkularınızla yüzleştirip, vampirlerin varlığına inandırabilir. Bir maymunu insan gibi konuşturup, insanı hayvan konumuna getirebilir.

İnsanın en kişisel tarafından, hayal gücünden beslenir. Kimse gibi olmak zorunda olmadığın, sadece sana ait bir yönünü filmlere aktarma gücüne sahip olmaksa insanı özgürleştirir.

Fabelmans, yönetmene ait kişisel bir anlatı olmasına, duyguları aktarmada başarılı olmasına rağmen filmi izlerken eksik bir şeyler olduğunu düşündürüyor. Acıklı bir hikaye yapmanın derdine düşmemesi film için iyi bir karar olurken, filmi izlediğimiz Samuel’in gözleri hikayeyi yeterince dürüst anlatmıyor gibi hissettiriyor. Bazı duygular yüzeysel verilmiş ve bunun aktarımında oyuncuların yetersizliği gibi bir durum söz konusu da değil. Filmde yaşanan bazı olaylar karikatürize bir tavırla aktarılma yoluna gidilmiş. Bu da inandırıcılığına şüphe düşürüyor. Spielberg’ün kendi çocukluğu ve gençliğinden beslenmesine rağmen hikaye anlatımı zayıf, bazı duygu durumları havada asılı kalıyor. Anne Fabelman’in kocasının arkadaşına olan sevgisinin böyle vazgeçilmez olmasının nedeni anlatılmıyor. Sadece babasının bilim, annesinin sanat sever olması nedeniyle zıt olduklarını öğreniyoruz.

Filmde Michelle Williams’ın, kamp yaptıkları gece, beyaz gecelikle dans etmesini izlediğimiz anlar akılda kalıcı sahnelerden sayılabilir. Ayrıca dönemin atmosferi kostümler, saç kesimleri ve renkler sayesinde de en iyi şekilde yansıtılmış. Film, 1950’li ve 1960’lı yıllarda bir zaman diliminde geçen bir hikayede olduğuna bizi inandırıyor.

Auguste ve Louis Lumière, sinema tarihinde Lumière Kardeşler olarak bilinen mucitlerin, sinema tarihinin bir anlamda ilk korku filmi de sayılan Trenin Gara Girişi filmine de saygı duruşunda bulunuyor. Film aslında bir trenin gara gelişi anını seyirciye izletirken, sinemaya yabancı olan insanların trenin üstlerine geldiğini sanarak korkup kaçışmalarından dolayı ”korku” filmi türüne dahil olan, ağızlarda tat bırakan hikayesiyle herkes tarafından bilinen klasik bir sinema efsanesidir.

”Ufuk aşağıdayken ilginçtir. Ufuk zirvedeyken ilginçtir. Ufuk ortada olduğunda sıkıcıdır.”

Film sıcak hislerle ve kamera son sözünü söyleyerek, yönetmenin geçmişine gönderme yaparak bitirdiği finaliyse yüzlerde hoş bir tebessüm bırakıyor. Final sekansından hemen öncesinde John Ford‘u izlediğimiz kısım heyecanlandırıyor. Sinemada nostaljik anları sevenler için de keyifli bir son oluyor.

John Ford’a hayat veren David Lynch’i filmde görmek, film boyunca kalbimizi belki de en çok attıran detaydı diyebiliriz. John Ford’un Spielberg’e verdiği tavsiyeyse ömür boyu unutulmayacak türden denebilir ki zaten filmde de görüyoruz. Ford’un dönemin en büyük sinemacılarından biri olduğunu da belirtelim.

Yakın zamanda açıklanan Altın Küre Ödüllerinin adayları arasında filmin adını görmek şaşırtmıyor. Spielberg gibi bir yönetmenin kişisel hikayesini çektiği bir filmi ödül sezonunda yarışırken görmesek şaşırtıcı olabilirdi. Filmin Altın Küre‘de Drama kategorisinde En iyi Film, En İyi Yönetmen, Drama kategorisinde En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Senaryo ve En İyi Özgün Müzik olmak üzere 5 dalda adaylık kazandığını da ekleyelim. Ödüllerden kaçını alır, eli boş mu döner bilemiyoruz. Bunları söylemek için henüz çok erken, fakat ödül sezonunda büyük bir başarı kazanmaları şaşırtıcı olabilir.

Kişisel hikayeler çekilirken bir başkasının hikayesini çekmek, kendi hikayeni çekmekten daha zor gibi düşündürebilir; ancak insanın kendi bildiği ve yaşadığı deneyimleri, travmaları, acıları ya da mutlulukları anlatması başkasınınkileri anlatmaktan hep daha zordur. Spielberg sinemanın harika çocuğu olsa da, geçmişinde ailesinin parçalanmasına tanık olmuş, yaralı bir kalp taşıyan biri olarak perdeden bizi selamlıyor. Bu kişisel hikaye, çok da kişisel bir hikayeye dönüşemeden beklenenin altında kalıyor. Yine de yönetmene bugüne kadar sinemaya kazandırdığı mucize filmler için teşekkür etmeliyiz. O çok büyük bir yönetmen ve o olmasaydı sinema hep bir eksik kalırdı. Çocukluğumuzun en kalıcı görsellerini bize verdiği için ve sahip olduğu pırıltılı hayal gücüne ortak ettiği için kendimizi kutsanmış bir jenerasyon olarak tanımlayabiliriz.

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Söylenti Radarında Bu Ay: Isaac Winemiller

Isaac Winemiller, sakin melodileri ve içe dönük sözleriyle müzikal yalnızlığı estetik bir deneyime dönüştürüyor. Bu ay Söylenti Radar'ında onunla tanışın!

Morlara Bürünmüş 8 Albüm Kapağı Tasarımı

Mor renginin hâkim olduğu 8 albüm kapağını inceliyoruz.

You Final Sezonu İncelemesi: İyilerin Kazandığı Dünyada Mutlu Bir Son

You, final sezonuyla izleyicilerine veda ederken Joe Goldberg'in hikâyesi sona eriyor.

Nickel Boys Film İncelemesi: Deneysel Sinema ve Tarihin Birleşimi

2025 Oscar Ödülleri'nde ilgi gören Nickel Boys, iki siyahi gencin bir reform okulunda yaşadıklarına odaklanıyor.

Orhan Kemal – Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl | 22 Alıntı

Türk edebiyatının iki büyük ustası Nâzım Hikmet ve Orhan Kemal'in Bursa Cezaevi'nde koğuş arkadaşlığı yaptıkları yıllara ve sonraki mektuplaşmalarına değinen Nâzım Hikmet'le 3,5 Yıl kitabı, Kemal'in kalemiyle çok içten ve etkileyici bir üslupla okurun karşısına çıkıyor.

İskenderiye Kütüphanesi: Efsane ve Gerçek

Efsane ve Gerçeğin ortak noktası, tarihin tozlu raflarına kaldıramadığı bilgi yuvası: İskenderiye Kütüphanesi.

İstanbul Ansiklopedisi Dizi İncelemesi: Kalabalığın Yalnız İnsanları

İstanbul Ansiklopedisi, büyülü İstanbul sokaklarında hem hayat bulmanın hem kaybolmanın öyküsünü anlatıyor.

Söylenti Edebiyat Editörleri Bu Ay Neler Okudu?

Söylenti Edebiyat editörleri olarak her ay neler okuduğumuzu, nelerin altını çizdiğimizi yakından incelediğimiz serimizin nisan ayı listesi ile karşınızdayız!

Yelpazeli Kadın (1918) Tablo Okuması: Gustav Klimt’in Son Eseri

Yelpazeli Kadın tablosu, zarafeti ve özgünlüğüyle hem sanat tarihine hem de Klimt'in kariyerinde büyük bir önem taşımaktadır.

Dante’nin İlahi Komedyası’nda İnsanlığın Mitolojik ve Manevi Seyahati: Kayboluşun Karanlığı ve Kurtuluşun Işığı

Dante’nin İlahi Komedyası; insanlığın ahlaki seçimlerini sorgulamasına, içsel çatışmalarını aşmasına ve evrensel sorulara yanıt bulmasına rehberlik eder.

Editor Picks