Game of Thrones’un yaratıcıları David Benioff ve D.B. Weiss‘ın Netflix’teki ilk projeleri olan 20 Ağustos’ta yayına giren The Chair dizisinde Killing Eve‘nin ve Grey’s Anatomy‘nin sevilen yıldızlarından Sandra Oh ve Transparent dizisiyle tanınan Jay Duplass yer alıyor. Dizi; akademik hayatın dikotomik yapısını kara mizah yoluyla seyircisine sunarken aynı zamanda akademinin parlayan yüzüyle birlikte karanlık yüzüne de değiniyor. Pembroke Üniversitesi ekseninde gelişen olaylar erkek-kadın, genç-yaşlı, siyahi-beyaz, beyaz-asyalı, öğrenci-hoca gibi ikili yapıların arasında ilişkiler etrafında şekilleniyor.
(Yazı devamında The Chair 1. sezonu hakkında spoiler içermektedir.)
Dizi, farklılıkların ve demokrasinin çağında tahammülsüzlüğün ve radikalliğin özellikle entelektüel bireylerin entelektüel bireyler yetiştirdiği üniversite yaşamındaki varlığını sorgulamamız gerektiği mesajını apaçık bir yolla ortaya koyuyor. Dizideki koltuğa yapışmış, yeniliğe tahammülü olmayan (yaşlı) profesörlerin arasına sıkışmış siyahi-asyalı kadın profesörler, her söylemi radikal bir biçime sokan ama aynı zamanda sorgulayan, kolay ikna olmayan öğrenciler… Akademik yaşamda karşılaşabileceğimiz karakterler mizahi bir yolla ancak bu kadar gerçekçi anlatılabilir.
Akademik bir olgunluğa sahip olduğunu iddia eden bireylerin, hocaların, profesörlerin çağ dışı söylemleri ile güncel ve genç olanın eskiye ait her düşünceyi yadsıması ikilemi dizide bir başka harika tespit. Üniversitenin, akademinin yanından dahi geçmeyecek ırçılık, cinsiyetçilik gibi durumların varlığından ne yazık ki hala söz etmek mümkün.
Üniversitenin hem Asyalı hem de kadın ilk bölüm başkanı olan Ji-Yoon-Kim (Sandra Oh) akademik ve özel hayatındaki sıkıntılarla mücadele ettiği sahnelerde, ayrımcılık söylemlerinin her fırsatta karşımıza çıkan bir gerçek olduğu tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Bölüm başkanı Kim’in özel hayatındaki sorunlarla birlikte özellikle bekar bir anne ve kadın bir profesör olmasından dolayı hiçbir empati duygusuyla karşılaşmaması yaşadığımız çağda kadın olmanın zorluklarından sadece biri olarak karşımıza çıkıyor. Hem anne olarak mücadele etmenin hem de tamamen otoriter ve eril bir havaya sahip olan Pembroke Üniversitesi’nde var olma mücadelesi vermenin ne denli meşakatli bir şey olduğunu diziyi izleyince bir kez daha fark ediyoruz.
Tüm sevecenliğiyle kendinizden bir parça bulacağınız Profesör Kim’in platonik aşkı olarak karşımıza çıkan, derslere alkollü bir şekilde gelen ve karısını kaybetmesini bir türlü atlatamayan Bill‘in (Jay Duplass) derste ironi amaçlı Nazi selamı vermesiyle yeni bir olaylar silsilesine yola açar. Nazi propagandası yapmakla suçlanan Profesör Bill ise Profesör Kim’in tam zıddı gamsız bir karaktere sahiptir. Profesör Kim’in destek olduğu, bölümün tek siyahi hocası olan yenilikçi, öğrenciler ile iletişimi kuvvetli, hakkını arayan Yazz Mckay ile çağ dışı olan söylem ve yöntemlerle derslerini veren Profesör Elliot arasındaki ise çatışma yaşanmaktadır. Öğrenci kapma yarışı bize birbirinin ayağını kaydırmanın ve kıskançlığın akademideki yerini gösteriyor.
Pembroke Üniversitesi’nin finansal yetersizliklerden dolayı yaşlı profesörleri emekli etmeye yönelik girişimleri de Profesör Kim’in mücadele verdiği bir diğer savaşlardan biri. Üniversite yönetiminin sorun karşısındaki tutumu ise tartışmaya açık bir kapı bırakmakta. The Chair’in en sevilen yanı ise her karakterin kendine göre bir var olma mücadelesi içinde olması. Seyirciye akademide kimsenin yerinin doldurulamaz ve değişmez olmadığını hatırlatıyor.
Neden izlemeliyiz?
Dizide bize yabancı olmayan çok unsur var. Yaşamımızda kıskançlık duygusuyla karşılaştığımız, çokça mücadele ettiğimiz, ayrımcılığa uğradığımız zamanlar yaşıyoruz. Diziyi izlerken de yaşanılan olayların ve verilen mücadelelerin ne kadar tanıdık geldiğini hissedeceksiniz. Sandra Oh’un rolünü hakkıyla verdiği her sorunu kalbinin sesiyle çözmeye çalışan Profesör Kim’in mücadelesini izlemek seyircilere keyif verecek.