Sert karakterleriyle, bitmek bilmeyen kaosuyla ve yerimizde heyecanla kıpırdanmamıza sebep olacak mutfak diliyle The Bear ilk sezonu çıktığı anda kendisine sağlam bir kitle edinmeyi başarmış sayılı dizilerden biriydi. Christopher Storer’ın kalemi ve kamerasına hayran kalmamak imkansızdı çünkü karakterlerle birlikte seyirciyi kaosun içine bu kadar rahatça çekmesi, dizinin sosyal medyada bir tartışma konusu haline gelmesinde büyük bir rol oynadı. Storer’ın kalemi paslanmamış olacak ki ikinci sezon yayımlandığından beri üzerindeki ilgiyi ikiye katlayarak devam eden The Bear, The Hulu’da bugüne kadar en iyi açılış yapan dizi statüsüne ulaştı.
İlk sezonda karakterlerimiz zorlukla bir araya koyulmuş, farklı boyutlarda, birlikte çalışırken zorlanan ve sürekli bozulan bir grup dişli çark durumundayken; ikinci sezonda uyum içinde çalışan fakat sık sık arızalar veren ve potansiyel vadeden bir mekanizma haline geliyor. Birlikte çalışmayı öğrenen bir ekip olarak ne kadar yol katettiklerini izlemenin verdiği keyif bir yana, özenle yazılmış solo karakter gelişimlerini ayrı ayrı takip etmenin bizlere ilham verdiğini gönül rahatlığıyla itiraf edebiliriz.

Stresli durumların, restoranı zorlukla bir arada tutan duvarların, borçların ve kaybolan paraların altından kalkmalarını izlerken, hikâyenin bize ve karakterlerine nefes almak için alan bırakacağını umut ederek başladığımız ikinci sezon, daha ilk dakikalarında amacının bu olmadığını açıkça ifade ediyor. Hatta sezon boyunca seyirciye, mutfakta böyle bir alanın olmadığını ve kaosun her zaman devam edeceğini öğretmekten de çekinmiyor.
Mutfakta bir ritim tutturdukları anda kendilerine yeni hedefler belirleyen ekibimizin altı ay içinde yetiştirmesi gereken görevleri var ama asıl amaç; ucuz bir köşe başı restoranı olmaktan ileri gidemeyen The Beef’i, misafirlerinin bir gece geçirmek için kuyruklar oluşturacağı, endüstride ismini duyurmuş olan, Michelin Yıldızlı The Bear’a dönüştürmek. Mutfakta, tencere ve tavaların sesleri eşliğinde, kaosun içinde başlayan hikâyemiz; tekrar mutfakta ama bu sefer matkap ve çekicin sesleri eşliğinde, karakterlerimizin üzerine yıkılan duvarların altında devam ediyor.

The Bear’ın dallanıp budaklanan ana temasının yanında, her bölüm detaylarıyla işlenen karakter gelişimleri ve bu gelişimlerin yanında sunulan, farklı kültürlerin karmaşasından doğmuş New York mutfağı adeta ustaca hazırlanmış dengeli bir tabak gibi. Bizleri her bölüm farklı bir tatla karşılayan The Bear, her bölümün sonunda seyircisini hem doyurup hem de daha fazlası için aç bırakmayı başarıyor. Carmy (Jeremy Allen White) anksiyete ve panik ataklarının altında nefes almayı öğreniyor. Sydney (Ayo Edebiri) başarısızlığın ve hayal kırıklığının kariyerine düşürdüğü gölgelerle savaşırken, Richie (Ebon Moss-Bachrach) arkadaşları tarafından terk edileceğinden korkup kayıp bir puzzle parçası gibi bir anda mutfakta yerini buluyor. Nat (Abby Elliot) nefret ettiği aile restoranında ailesine tutunmayı öğreniyor, Marcus (Lionel Boyce) ise bir süreliğine de olsa ağır sorumluluklarının altından kalkıp hikâyesinde yeni bir yolculuğa çıkıyor.

Kahramanlarımız geçmişlerinden kaçarken mutfağa her tutunduklarında bizler de onlarla birlikte birer umuda ve hayale tutunuyoruz. Yaşadığımız her travmanın, tattığımız her duygunun hayatımız boyunca bizimle kalacağını kabullenmekle başladığımızda, önümüzde koca bir hayatın beklediğini ve yeni tatlara her zaman yer olduğunu sindirmek çok daha kolay oluyor.
The Bear’ın hiçbir zaman şaşırtmayan güzel sinematografisi ve soğuk renk paleti ikinci sezonda da estetik beklentimizi boşa çıkarmıyor. Canlı renkleri, mutfağın karmaşası içinde kullanmaktan korkmayan görüntü yönetmenimiz Andrew Wehde, özellikle “Honeydew” ve “Fishes” bölümlerinde sıcak tonları ustaca bir şekilde vermeyi de başarıyor. Her bir karesi özenle doldurulmuş tabaklama çekimleri seyirci olarak ağzımızı açık bırakırken New York’un karlı sokaklarındaki geniş açılı çekimler ise içimizi soğutuyor.

Müziklerine ufak bir göz atacak olursak dizinin kendine ait bir teması olmadığı bariz fakat yaratıcı yazarımız Christopher Storer ve yapımcılarımızdan Josh Senior’ın mükemmel seçimleriyle 80’ler ve 90’lar alternatif rock klasiklerinin bol bol kullanıldığını görüyoruz. Martin Rev, Wilco, Crowded House, Smashing Pumpkins ve R.E.M. gibi efsanevi isimler listede yer alırken Richie’nin “Forks” bölümünde ise Taylor Swift’in Love Story’sini görmek içimizi ısıtıyor.
The Bear’ın başarılı isimlerle ve güçlü bir kalemle devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bizlere umut vadeden, travmanın yolun sonu olmadığını inatla vurgulayan ve bu sırada hikayesini akıllı bir şekilde anlatan ikinci sezon, seyircisini gelecek sezona dair bir heyecan ile baş başa bırakıyor.



