“Çoğu zaman o ağacın altında oturuyorum, gözlerimi ileride, çok ilerideki sonsuz çizgiye çeviriyorum. Huzur değil hissettiğim, ferahlık, dinginlik de değil. Tamamen yalnız ve yardımsız olduğunu hissetme hali; bir hüzün hali, derin bir boşluk hali… Bir hiçlik hali…”
-Tayfun Pirselimoğlu, Otel Odaları
Sinemada Tayfun Pirselimoğlu
Pirselimoğlu, sinemamız adına çok değerli bir maceranın iz sürücüsü… Bu hayata dair her şeyin insana da dair olduğunu bize anlatmaya çalışıyor. Gündelik hayatın içinde sıradan görünen insanların öykülerini gerçekçilik unsurunun etrafında kurulu bir dille anlatıyor. Yaşamının kıskacında sıkışmış insanların kasvetli ruh hallerini o atmosfere uygun bir şekilde; fakat durağan ve sade bir yapıyla aktarıyor. Pirselimoğlu, mümkün olduğunca az kamera hareketi kullanılan filmlerinde bizi de o abartıdan uzak keşmekeşin içine çekiyor.
Toplumsal gerçeklikleri kendine has samimi bir stilde ve eleştirel bir bakışla bize sunuyor. Sorular sorduruyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Gelin filmlerindeki varoluş sancısına dair alegorik anlatıyı nasıl da muntazam bir şekilde bize sunmuş, birlikte inceleyelim.
Sinema Çalışmaları
Dayım, 1999
Yönetmenin bu ilk kısa filmi, “yalnız, yabancı ve arayış hâlindeki karakterlerinin karanlık bir büyülü gerçeklikle geliştiği ve dönüştüğü filmografisinin” bir anlamda habercisi. Gerçekle kurmacanın en güzel buluşmalarından biri olan bu on dört dakikalık filmin, uluslararası birçok ödül kazanmış etkileyici bir film olduğunu ve Venedik Film Festivali’nde Türkiye’yi temsil eden tek film olduğunu belirtelim. Film, kısacık zamana gerçeği ihmal etmeden hayal gücünü ve düşleri sığdırıyor.
“Bugün tuhaf bir mektup aldım. Mektupta şunlar yazıyor: Dayınız Afrika’da soğuk bir günde gökyüzünden düşme suretiyle ölmüştür, bilgilerinize.”
Anlatıcının bu sözleriyle açılan film, büyülü gerçekliğe göz kırpan atmosferiyle beraber beyaz perdede bir başka gerçekliğe kavuşuyor. Sürekli evde oturan ve Hollywood starlarına cevapsız mektuplar yazan bir deha, bir yazar ve işsiz bir dayı figürünü odağına alıyor. Tek amacı uçmayı başarmak olan dayının, yaşadığı tuhaf ve absürt olaylarla dolu hayatı, yeğeninin gözünden ve sesinden anlatılıyor. Aslında Pirselimoğlu, bir çocuğun gözünden sürreal ve bir o kadar da gerçek bir öykü anlatıyor. Çocuğun gözünde dayısı bir kahraman, bir şövalyedir ve filme katılan kara mizahı da burada yer yer yakalıyoruz.
Yeğen karakterinin eline aldığı kamera ile sinemaya adım attığını dile getiren yönetmen, kendi hayatından ve gerçekliğinden bize kesitler sunuyor gibi görünüyor. Pirselimoğlu filmlerinin geneline baktığımızda, her şey başladığı yerde ve bir döngü içinde bitiyor. Çölde başlayan Dayım filmi yine çölde bitiyor. Yönetmenin bir röportajında da belirttiği gibi, “Bütün filmlerim, bir çember üzerinde dönüp aynı noktaya gelmekle ilgili.”
Il Silenzio è d’Oro (Sükût Altındır), 2002
Pirselimoğlu’nun ikinci kısa metrajlı bu filminin çekim dili İtalyancadır ve İtalya’da çekilmiştir. Gerçek hayatta var olan, insana dair konularıyla ve adından da anlaşılacağı üzere sessizliğe yaptığı vurguyla dikkat çekiyor. Gerçekle yalan ayrımındaki yanılsamalarımız, tehdit kavramı, aldatma ve sahtekârlık kavramları bir berberin başından geçen olaylarla bize aktarılıyor. Bu olaylara verilen tepkideki sessizlik dikkatimizi çekiyor.
Hiçbiryerde, 2005
Pirselimoğlu bu filminde, bir annenin kaybolan oğlunu bulmak için büyük bir sabır ve kararlılıkla ilerleyişini; aynı zamanda da çaresizliğini ve yanılgılarını konu ediniyor. Her ne kadar somut bir arayışa tutunan bir karakteri izliyor olsak da; yönetmen bu dramatik yapıyı her zamanki gibi yolculuk ve arayışla beraber hakikat teması üzerine kuruyor. Gerçeklik üzerine kurulan film, anne karakterinin gözünden evlat acısını, umut yüklü; fakat umutsuz arayışını, yolculuğunu, gerçekle yüzleşmenin ve hakikati kabullenmenin ona yaşattığı ıstırabı tüm netliğiyle gösteriyor.
Film, konunun geçtiği dönemdeki siyasi çerçeveye, gerçekte olan olaylara ve kaybolan insanlara acılı bir annenin bakışı üzerinden yaklaşıyor. Filmde ölüm motifi merkezde duruyor ve başından sonuna kadar kabullenmeme olgusu sürekli yineleniyor. Şükran, oğlunun ölümüyle yüzleşmeye hazır değildir; tıpkı ölümle yüzleşemediği gibi… Hakikatten kaçarak bir arayışa koyulmak, acısını dizginlemek için bulduğu bir çözüm gibi görünüyor. Bu yolculuk; arayış içinde olan ve İstanbul’da aradığını hiçbir otoriteden bulamayan annenin, gelen bir haberle Mardin’e doğru yola çıkmasıyla başlıyor. Kurumların “unut!” çağrısı, duyarsızlığı ve ilgisizliği bu yolculuğun tek sebebi… Yardım istediği tüm kurumların kaybına karşı duyarsız kalışı, ilgilenmeyişi; hatta Şükran’ı yanıtsız bırakışları onu bu yolculuğa itiyor. Yönetmen belki de bu duyarsızlığa karşı kendimizle yüzleşmemiz için bir kapı açıyor ve toplumsal olaylara, sorunlara, kayıplara karşı gün geçtikçe ne kadar da duyarsızlaştığımızın altını çiziyor.
Filmde dikkat çeken bir diğer kavram ise tüketim. Yönetmen, filmdeki yemek sahneleri ve televizyon motifiyle başka bir toplumsal soruna daha dikkat çekiyor: İnsanın gerçekliğe ve kendine yabancılaşmasını; televizyon içindeki yaşamları seyrettirerek veriyor. İçinde bulunduğumuz karmaşaya ve aslında toplumun aynası olan bize yansımalarını görüyoruz.
Rıza, 2007
Rıza, Tayfun Pirselimoğlu’nun “vicdan ve ölüm üçlemesi“ adı verilen film serisinin ilk filmidir. Yönetmen tüm filmlerinde Türkiye’nin güncel sorunlarına değinip politik bir duruş sergilese de “Rıza-Pus-Saç” üçlemesinde siyasi alt metinlere biraz daha uzak duruyor diyebiliriz. Bireylerin varoluş sancılarına ve toplum içerisindeki yabancılaşmalarına yöneldiğini, bize bir öteki anlatısı sunduğunu görebiliyoruz. Sıkıntılı yaşamları giderek daha da durağan hale gelen biçimsel bir atmosferle kuşatıyor. Yönetmenin gerçeklik konusundaki hassaslığını oyuncu ve mekan seçimlerinde fark ediyoruz.
Rıza filminde ana karakter, bir kamyon şoförü olan Rıza’dır. Bu filmde Rıza’nın hayatta tek varlığının kamyonu olduğunu görüyoruz. Arızalanan kamyonu için tamir parası bulmaya çalışan Rıza’nın suça yönelişi, katil oluşu ve kimlik karmaşası filmde gözler önüne seriliyor. Yönetmen kamerasını filmin kasvetli atmosferini taşıyan otel odalarına çeviriyor ve o sefil odalarda yaşayan insanların sorunlarına da dikkat çekiyor. Yönetmen, bekleyişin zamanla olan sürecini, insan ilişkisini ön plana alarak vurguluyor.
Vicdan azabı ise filmin genelinde hüküm sürüyor. Pirselimoğlu’nun; Dostoyevski’nin ünlü romanı “Suç ve Ceza” ile vicdan teması arasında bağ kurduğunu hissedebiliyoruz. Ayrıca Franz Kafka’nın “Dönüşüm” adlı eserindeki o meşhur hamam böceği metaforuna da müthiş göndermeler yapıyor.
Pus, 2009
“Ölüm ve Vicdan” temalı üçlemenin ikinci filmidir. Bu filmde de yönetmenin derdi olan konular, insana dair olan her şey gerçeklik kavramına sadık kalınarak seyirciye aktarılıyor. Pus’un ana karakteri olan Reşat; amaçsız, asosyal ve gittiği her yerde yaptığı küçük hırsızlıklarla kleptoman olduğunu düşündüren bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Yönetmen yine bireyin varoluş sancılarına dayanarak farkındalıksız, kayıp bir genç profili çiziyor.
Pus, suç konusuna da değinerek vicdanla arasında köprüler kuruyor. Cinayet ve intihar ile ölüme evriliyor. Hiçlik duygusu ve aidiyetsizlik, karanlık yüzün ortaya çıkışını tetikliyor. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanların sınırlarının da olmadığını gösteriyor. Tayfun Pirselimoğlu’nun önceki filmlerinde de kullandığı bir metafor olan “duvarda asılı fotoğraflar” içinde ölümü barındırıyor.
Sürekli açık kalan televizyon ve kanal değiştirme sahneleri diğer filmlerinde olduğu gibi yabancılaşmayı simgelerken bir taraftan da iç seslerini bastırdıkları bir araç haline dönüşüyor. Ve her şey başladığı yerde sona eriyor. Bu sarmalda sahne aynı fakat kahramanların yolculukları kimliklerini dönüştürmüştür. Birey başkalaşmıştır.
Saç, 2010
Saç, Pirselimoğlu’nun ölüm ve vicdan üçlemesinin son filmidir. Rıza ve Pus gibi bu film de İstanbul’da geçiyor. Filmde, Tarlabaşı’nda peruk dükkânı olan ve kanser hastası olan Hamdi’nin hikâyesi anlatılıyor. Hayattaki tek amacı Brezilya’ya gitmek olan Hamdi, araba pazarlarına götürdüğü arabasını satarak oraya gidebileceğini düşünür; fakat alıcı bulamaz. Hayatı sefaletle örülüdür.
Filmin ana teması olan saç, Türkiye’nin gerçeklerine dikkat çeken bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Hastalıklar ve kazalar sonucu saçını kaybedenlere, türban sorununa ve ötekileştirilmiş transseksüellerin sorununa dikkat çeken politik bir duruş sergiliyor. Varoluş sorunu bu filmde de kendine yer buluyor. Peruk motifiyle bu durum anlamlandırılmaya çalışılmış gibi görünüyor.
Hamdi, peruk dükkanına gelip saçlarını satmak isteyen Meryem karakterine saplantılı hale geliyor. Doğal olanı deneyimleyerek bundan haz duymuş olması Hamdi’yi bu güdüye itiyor gibi görünüyor. Meryem’in siyah saçları Hamdi’nin yalnız ve monoton hayatına bir renk katmıştır. Televizyon, bu filmde de bulunulan duruma yabancılaşma göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Meryem sürekli televizyon karşısında yemek yiyordur ve Hamdi de Brezilyalı dansçıları izleyerek bir amaç edinmiş gibi görünüyordur.
Tüketime ve kapitalizme yapılan vurgu ise arka planlarda yine kendini gösteriyor. Bir alışveriş merkezinde temizlik işçisi olan Meryem’in yemek artıklarını yemesiyle sınıfsal sınır çiziliyor. Ayrıca filmdeki karakterlerin yemeklerini tek başlarına yiyor olmaları çağımızın en büyük problemi olan iletişimsizliğe de bir gönderme…Ve yolculuk tamamlandığında hikâye yine başladığı yerde nihayete eriyor.
Ben O Değilim, 2013
Türkiye-Yunanistan-Fransa-Almanya ortak yapımı film, yine kimlik arayışını merkeze alıyor. Yemekhanede çalışan Nihat karakteri yalnız yaşayan bekar bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Aynı işyerinde çalıştığı Ayşe karakteri de kocası hapiste olan yalnız bir kadındır. Ayşe bir akşam Nihat’ı yemeğe çağırıyor ve olaylar gelişiyor.
Pirselimoğlu’nun filmlerinde özellikle yer verdiği kimlik değişimi teması bu filmde de kendini zaten adıyla gösteriyor. Nihat’ın Necip karakterine doğru ironik dönüşümünü görüyoruz. Nihat, Necip’in karısını, arabasını daha sonra ise onun ayakkabısını, gözlüğünü, kıyafetlerini alarak bir hayat kurmaya başlamıştır, artık başka birisi olmuştur. Televizyon metaforu bu filmde de sürekli karşımıza çıkıyor. Yalnız hissedilen her anda, her ortamda açık bir ekran vardır. Toplumumuzun tüketim ve iletişim biçimine dikkat çekiliyor.
Filmdeki bir diğer önemli kavram, otel odalarıdır. Yönetmen otel odalarıyla benliğini kaybetmiş tüm yalnız insanları işaret ediyor. Aidiyetsizlik, sürekli arayış hali, ızdırap ve cinsel arzular bu odalara hapsolmuştur. Bu filmde “ayna” motifi de dikkatimizi çekiyor. Yolculuğun sürecini yansıtması açısından önemli bir yer tutuyor. Ben O Değilim filmi de aynı adamın iki ayrı kimlik içinde aynı şeyi yaşaması ile bir çemberi tamamlıyor ve başladığı yerde bitiyor. Hapiste biten film, kimlik değişimi serüveninde alegorik bir anlatımla karakterin kendi hapsinde olduğuna işaret ediyor.
Yol Kenarı, 2018
Film, yönetmenin estetik anlayışını gözler önüne seren, tablo gibi sahnelere imza attığı ve çektiği ilk siyah beyaz film olarak karşımıza çıkıyor. Film özetle, izole bir sahil kasabasında yaşayan insanların sıkışmışlıklarını, yaşanan olağandışı olayları mistik bir şekilde algılamalarını konu ediniyor. Diğer filmlerinde otel odalarına, izbe, köhne ve kasvetli kentlere sıkışmış insanlar bu filmde orman ve deniz arasına sıkışıyor. Yol Kenarı filmi diğer filmlerinden farklı olarak daha fazla metaforik öge, daha kapsamlı ve katmanlı absürt öğeler barındırıyor.
Filmde ölüm, korku, çaresizlik ve kıyamet teması dikkat çekerken, arka planda korkunun dış dünyadan izole olmuş insanlara neler yaptırabileceğini gösteriyor. Korkunun bir insana yaptıracaklarının sınırsızlığı anlatılıyor. İnsan, sanki aklını kaybetmiş ve sadece güdüleriyle hareket eden tuhaf bir canavara dönüşüyor. Bu aynı zamanda Pirselimoğlu’nun amaçsızlık kavramına yaptığı vurguyu da gösteriyor gibi…
Bu filmde de gerçeklik başka bir tanıma kavuşuyor. Kasabadaki bitmeyen uğultu, yangınlar, Pirselimoğlu’nun karanlık atmosferi derken gerçeklik başka bir boyuta evriliyor. Belirsizlik, insanları bir çıkış yolu aramaya sürüklüyor. Bu yüzden olsa gerek yabancılara ve yaşanan her şeye bir anlam yükleme çabasındalar. Toplumsal eleştiri niteliğinde ve alegorik anlatılarla dolu olan bu film her sahnesinde bize soru soruyor ve bizi bu durumla yüzleştiriyor.
Kerr, 2021
Türkiye’nin Oscar adayı olan yapımın, Altın Portakal ve İstanbul Film Festivali’nden ‘En İyi Yönetmen’ ödülüyle ayrıldığını belirtelim. Film adıyla mükerrer veya tekerrür kavramlarına atıf yapıyor. Pirselimoğlu’nun tekrarları bu filmde de yerel bir anlatıyla diyaloglara ve filmin genel evrenine yayılıyor ve Pirselimoğlu’nun “auteur” özelliği bu filmle daha da netleşiyor.
Babasının cenazesi nedeniyle yıllar sonra yaşadığı yere dönen Can’ın aidiyetsizlik, hiçlik hali anlatılıyor. Bilmediğimiz bir tarih ve belirsiz bilgilerle örülen film toplumsal eleştiriyle bir sistem eleştirisi alegorisine dönüşüyor. Varoluş karmaşasıyla birlikte bu filmde ek olarak baba-oğul çatışmasına da yer veriliyor.
Kuduz köpek vakaları nedeniyle karantina altına alınmış olan bu kasabada Can, bir cinayete şahit oluyor ve cinayete dair soruları cevapsız kalıyor. Üç maymunun oynandığı ve her şeyin inkâr edildiği bu olaylar silsilesi Can’ın mücadelesi ile giderek daha da karmaşık bir hale dönüşüyor.
Yakın zaman önce aramızdan ayrılan Rıza Akın‘a sevgilerle…
Kaynakça:
Jean Mitry, Sinema Estetiği ve Psikolojisi, Oğuz Adanır (çev.)
Auteur Teori Açısından Pirselimoğlu Sineması’nın İncelenmesi, Burcu Güven Çitoğlu











