Talk to Me: 2023’ün En İddialı Korku Filmi

Editör:
Ayçe Cansu Yaşar

Prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapan ve daha sonra yayın hakları A24 tarafından alınan Talk to Me, 1 Eylül itibarıyla ülkemizde de gösterime girdi. Şimdiden bu senenin en başarılı korku filmi olarak gösterilen Talk to Me, yönetmen kardeşler Michael ve Danny Philippou’nun ilk uzun metrajlı filmi. RackaRacka isimli YouTube kanallarında yıllardır korku ve mizahı buluşturan videolar çeken 30 yaşındaki Avustralyalı ikiz kardeşler, ilk uzun metrajlı film denemelerinde büyük bir başarıya imza attı. Yüzüklerin Efendisi serisinin efsanevi yönetmeni Peter Jackson’ın filme yönelik övgü dolu sözleri de filmin reklam kampanyasını hareketlendirmeye yetti de arttı bile. Jackson, Talk to Me’nin yıllardır izlediği en iyi ve en yoğun korku filmi olduğunu belirtti. Metafizik ögelerle donatılmış olan film, bir grup gencin bir medyumun eli olduğu iddia edilen mumyalanmış bir el bulup bu elle ruh çağırma seansları yapmasını konu ediniyor.

Yazının bundan sonraki kısmı Talk to Me filmiyle ilgili sürpriz bozan detaylar (spoiler) içermektedir.

Film, korku severlerin aşina olduğu yüksek bir sahne ile açılıyor. Kamera bizi bir ev partisine davet ediyor ve bu ev partisinde tam olarak sebebini bilmediğimiz bir şekilde akli dengesini yitirmiş olan Duckett karakterinin herkesin önünde önce abisini yaralayıp sonra da kendini öldürdüğüne tanık oluyoruz. Bu yüksek ve rahatsız edici cinnet sahnesinin ardından esas karakterlerimizi yavaş yavaş tanımaya başlıyoruz. Protagonist olarak karşımıza çıkan Mia (Sophie Wilde), iki yıl önce annesini trajik bir biçimde kaybetmiş ve hâlâ tam olarak kendini toparlayamamış bir genç kız. Babasıyla mesafeli ve sorunlu bir ilişkisi olduğu için vaktinin çoğunu yakın arkadaşı Jade ve Jade’in ailesiyle geçiriyor. Jade ve Jade’in erkek kardeşi Riley ile kardeş gibi. Filmin başlarında Jade ve Riley arabayla giderken yaralı bir kanguruya rastlıyorlar. Foreshadowing niteliği taşıyan bu sahnede ölmek üzere olan ve can çekişen kangurunun acısını dindirmek isteyen Mia, kanguruyu öldürecek cesareti bulamıyor.

Mia, Jade ve Riley bir gün evden kaçıp bir partiye gidiyorlar. Bu ev partisinde mumyalanmış bir el vasıtasıyla ruh çağırma seansları yapılıyor. Fakat başlarda bu seanslar mistik ve ürkütücü bir havada gerçekleşmekten bir hayli uzak. Gençler bunu son derece eğlenceli bir ritüel olarak gerçekleştiriyor, seansları videoya alıyor ve sosyal medyadan paylaşıyorlar. Zaten son yıllarda korku janrının teknolojik gelişmeleri hikâyelere en iyi adapte eden ve z kuşağının ilgi ve zevklerini en doğru analiz eden film türlerinden biri olarak karşımıza çıktığını biliyoruz. Bu noktada yönetmen kardeşler Michael ve Danny Philippou’nun da genç yaşları ve YouTube geçmişlerinin filme işlevsel olarak yansıdığını söylemek mümkün.

Mia’nın ruh çağırma seansı için gönüllü olmasıyla filmin ilk kırılma noktası gerçekleşmiş oluyor. Mia eli tutup “konuş benimle” dedikten sonra karşısında bir ruh beliriyor. Filmin ilk jumpscare’i bu sahne ile gerçekleşmiş oluyor. Daha sonra Mia “içime girmene izin veriyorum” dedikten sonra ruh bir süreliğine Mia aracılığıyla gerçek dünyanın kapılarından sızarak gençlerle konuşuyor. Özellikle gençlerin içine ruh girdikten sonra büyüyüp simsiyah olan gözbebekleri ve deforme olmuş yüz şekli ürkütücü olmayı başararak ustalıkla kotarılmış. Gençler bu seanslar sırasında süre tutuyorlar ve 90 saniyeyi geçirmeden seansı sonlandırıyorlar. Çünkü 90 saniyeden fazla devam edilince ruhun kişiyi ebediyen ele geçireceğine ilişkin bir bilgiye sahipler. Mia’nın seansındaki aksilikten dolayı 90 saniyenin aşılması tedirgin edici bir hava yaratsa da seanstan sonra Mia’ya “Ne hissettin?” diye sorulduğunda Mia’nın cevabı şu oluyor: “Harika hissettim!”

Gençlerin bu kadar ürkütücü bir eylemi kendi rızalarıyla tekrar tekrar yaşamak istemelerinin arkasındaki en doyurucu açıklama kısa bir süreliğine de olsa kendi benliklerinden sıyrılarak başkası olabilmenin hafifliğinin yarattığı zevkte saklı. Bu ritüel onlar için adeta gerçek dünyadan kopup rahatladıkları bir uyuşturucu işlevi görüyor. Mia’nın ruhlarla olan etkileşimin ardından harika hissettim demesi de tamamen bununla ilişkili.

Filmin ikinci kırılma noktası gençlerin bir başka toplanmalarında Jade’in küçük erkek kardeşi Riley’nin de bu ritüeli denemek istemesi ile gerçekleşiyor. Jade, Riley’nin bunu denemesine izin vermiyor fakat diğer gençlerin ve Riley’nin de ısrarları sonucunda Riley, Mia’dan seansın sadece 50 saniye sürmesi şartıyla izin kopararak büyük bir felaketi ateşleyecek seansı başlatmak için sandalyeye oturuyor. Fakat Riley’nin içine giren ruhun Mia’nın kaybettiği annesi olması işlerin rengini değiştiriyor ve 50 saniye kuralı çiğneniyor. Daha sonra filmin en rahatsız edici climax sahnesi yaşanıyor ve gençler seansı durduramıyor, Riley kendine korkunç bir biçimde zarar vermeye başlıyor. Filmde vahşet dozu en yüksek sahne olarak öne çıkan bu sahne uzun süre kâbuslardan silinmeyecek gibi duruyor.

Önceleri güle oynaya yapılan ritüel, Riley’nin hastaneye kaldırılışının ardından herkesin kabusuna dönüşüyor. Artık ruhlar günlük hayatta da Mia’yı takip ediyor. Riley ise ruhlar dünyasında sıkışmış durumda. Filmin kalan yarısında Mia’nın annesinin ruhunun Mia’yla iletişim kurmasına ve Mia ve Jade’in Riley’i kötücül ruhların elinden kurtarmaya çalışmasına tanık oluyoruz. Film bunları işlerken bir yandan kayıp sonrası travma (Mia’nın annesi ve Riley’nin durumu), suçluluk psikolojisi (Riley’nin başına gelenlerden ötürü Mia’nın suçlanması) ve psikoz gibi dramatik yönü ağır basan temaları da işliyor. Bu temaların ağır bastığı sahneler filmin ivmesini zaman zaman düşürse de film, 90 dakikalık ekran süresinin de etkisiyle seyirciyi sıkmadan finale bağlanmayı başarıyor. Filmin temposunun yüksek kalabilmesinde Mia karakterini canlandıran Sophie Wilde’ın başarılı oyunculuğunun da büyük etkisi var.

Filmin asıl alametifarikası olan final sahnesine ayrıca değinmekte fayda var. Finalde Mia annesinin ruhunun ona Riley’nin asla kurtulamayacağını ve Mia’nın Riley’i öldürerek acısına son vermesi gerektiğini söylemesiyle Mia Riley’i öldürmek için hastaneye gidiyor. Filmin başındaki kangurulu foreshadowing sahnesi ile ilişkilendirebileceğimiz bu sahnede Mia Riley’i trafiğe atmak için tekerlekli sandalyeyle yolun kenarına çıkarıyor. Fakat sonra görüyoruz ki arabaların önüne atlayan Mia oluyor. Filmin finalinde daha biz Mia’nın hayatta olup olmadığını tam olarak anlayamamışken Mia’yı bir grup İspanyol gencin karşısında görüyoruz. Gençlerden biri Mia’ya “içime girmene izin veriyorum” dediğinde Mia’nın da öldüğünü ve ruhunun başka gençlerin ritüellerine konuk olduğunu anlamış oluyoruz. Final sahnesi tam anlamıyla bir ters köşe olmasa da seyirciyi dumura uğratma konusunda son derece başarılı. Bu zekice düşünülmüş final, The Sixth Sense ve The Others gibi ölü olduğunu bilmeyen ölüleri izlediğimiz korku filmi klasiklerini hatırlatıyor. Ayrıca film başrolde siyahi bir karakterin yer alması ve Mia’nın seanstayken ağladığı sahne ile Jordan Peele’in şimdiden klasikleşmiş korku filmi Get Out’u anımsatsa da iki film arasında karakterlerin ağladığı fotoğraf karesinin benzerliği dışında bir analoji kurmak güç. Get Out, ırkçılık temasını korku janrıyla buluşturmasıyla yer yer politik diye nitelendirilebilecek katmanlı bir filmken Talk to Me’nin tüm başarısı korkuyu seyirciye geçirebilme gücünde ve sıradan bir konuyu işlerken sıra dışı bir anlatı yakalayabilmesinde saklı. Ruhların insanların bedenini ele geçirmesi sıklıkla rastladığımız bir korku filmi teması olsa da Talk to Me ile en çok benzerlik kurabileceğimiz korku klasiği şüphesiz ki Sam Raimi’nin kült filmi Evil Dead.

Şimdiden modern bir korku klasiği olacağını öngörebildiğimiz Talk to Me, jumpscare sahnelerdeki ustalıkla da dikkat çekiyor. Jumpscare, abartılınca seyirciyi germekten ziyade sıkabilecek ve korkunun tesirini düşürebilecek bir teknik olduğu için Talk to Me’deki jumpscare sahnelerin gayet tadında bırakılmasının ve etkili kullanılmasının filmin başarısında etkili olduğunu söylemek mümkün. Ayrıca filmin devam filminin sinyallerinin resmi olarak yakıldığını da belirtmeden geçmeyelim. İyi seyirler!

Fragman için:

Ayçe Cansu Yaşar
Ayçe Cansu Yaşar
"Yaşamaktan yazmaya vakit kalmadı."

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Şakir Paşa Ailesi Edebiyata Nasıl Yön Verdi?

Şakir Paşa ailesinin sanata, özellikle de edebiyata yaptığı katkılar hakkında bir çerçeve sunuyoruz.

Chicano Edebiyatı: Sınırda Kalmışların Sesi

Chicano edebiyatı; melez kimlik, aidiyet krizi ve kültürel direnişi sınırın iki tarafındaki hayatlar üzerinden anlatan güçlü, politik ve ruhani bir edebi hafızadır.

Harry Potter Serisinin Unutulmaz Replikleri

Harry Potter'ın büyülü replikleriyle büyücülük dünyasında kaybolmaya hazırlanın!

Küçük Gün Işığım Film İncelemesi: Kabullenmenin Gücü

Kusursuzluk arayışının değil, kendin olmanın kıymetini; sonuca değil, yolculuğa odaklanmanın anlamını keşfedeceğiniz sarsıcı ama iç ısıtan bir aile hikâyesine davetlisiniz.

Joseon’daki İstikrarsızlık: Kral Injo

İstikrarsızlığıyla Kore ulusunun gelişmesinin önünü kapamış bir hükümdar olarak hatırlanan ve günümüzde hala eleştirilen Kral Injo'nun tarihteki yeri.

Sessizliğe Karşı Yazmak: Kadın Yazarların Sansüre Direnişi

Sansür, yalnızca siyasi bir baskı mekanizması değil; aynı zamanda kültürel, ahlaki ve cinsiyet temelli bir sessizleştirme aracıdır.

Hasçelikler and the City: Dijital Bir Ailenin Hikâyesi

Hasçelikler and the City; dijital dünyada temsiliyet, samimiyet ve medya sınırlarını sorgulayan gerçekçi bir aile anlatısıyla izleyicileri içine çekiyor.

Cumhuriyet Aydınları: Behice Boran

İlk kadın sosyolog, ilk kadın siyasi parti genel başkanı, Marksist, yazar ve akademisyen olan Behice Boran; Türk solunun en güçlü temsilcilerinden biri olmuştur.

Tabloları Dinlemek: Édouard Manet

Bazı bakışlar ancak bazı nefeslerle tanımlanıyor. Manet'nin fırçası, Tezer'in nefesi gibi...

Edebiyatta Semtlerin İzleri: Emirgan

İstanbul'un en güzel semtlerinden biri olan Emirgan, şiirlerde de romanlarda da ele alınan bir semt olmuştur.

Editor Picks