Bazen bir kelime, suya atılan taş gibi bilinçaltının katmanlarında yankı bulur. Gözle görülemeyenin, akılla çözülemeyenin peşine düşer şiir. Ve bir gün, modern çağın kırık saatleri arasında zamanın akışına direnen bir başka sanat hareketi çıkar ortaya: Sürrealizm. Gerçekliğin maskesini düşürmek, düşlerin çıplak yüzünü göstermek için doğar. Şiirle birleştiğinde ise, kelimeler bir rüya ormanında kendi yollarını çizer. Mantığın pusulası kaybolur, yerini içsel çağrışımların ve gölgelerin izinde ilerleyen bir sezgiye bırakır. Sürrealist şiir, hayatın görünmeyen yarısına ayna tutar, sözcükleri somut dünyadan koparıp bilinç dışının nehirlerine bırakır.
Düşler ve Satırlar Arasında: Bilinç Dışının Sürreal Akışında Şiir

Sürrealizm, 1924’te André Breton‘un yayımladığı Manifeste Du Surréalisme (Sürrealist Manifesto) ile edebiyatın damarlarında dolaşmaya başlar. Freud‘un psikanalitik kuramlarından beslenen bu akım, aklın dizginlerini serbest bırakır. Otomatik yazım, bilinç dışına doğrudan ulaşmayı hedeflerken, şiir de bu özgür akışın en saf mecrası olur. Breton’un Nadja’sında bir kadının hayal ile gerçeğin sınırlarında salınışı ya da Paul Éluard‘ın kelimeleri bir labirent gibi kullanışı, sürrealizmin şiire ne kadar derin bir rüya nakşettiğini gösterir.
Paul Éluard, sürrealizmin kalbinde atan en ritmik nabızlardan biridir. Şiirlerinde aşk, özgürlük, ölüm gibi temaları işlerken; bilinç dışı imgelerin, kopuk çağrışımların ve ritmik dengesizliklerin peşine düşer. Liberté (Özgürlük) şiirinde bir çeşit büyü ritüeli gibi, aynı kelimeyi tekrar tekrar farklı zeminlere serper:
“Gök kırpıntılarıma
Güneş küfü havuza
Ay dirisi göllere
Yazarım adını
Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına
Gölge değirmenine
Yazarım adını
Özgürlük”
Burada “özgürlük”, yalnızca politik değil; aynı zamanda dilin zincirlerinden sıyrılma arzusudur. Dize yapısı, tekrarlarla bozulur, kelime çağrışımları lineer ilerlemez; bir tür büyüsel otomatik yazı hissi uyandırır. Éluard‘ın şiiri, gerçeklikten uzaklaşıp onun kırık aynalarından yansıyan imgelerden oluşur. Aynı şiirin sonunda yer alan “Senin için doğmuşum, Seni haykırmaya, Özgürlük” dizesi ise, bu düşsel çağrışım zincirinin sonunda ulaşılan aydınlık bir uyanışı temsil eder. Éluard, hem dilin zincirlerini kırar, hem de insanın içinde hapsettiği özgürlük duygusunu şiirin imgeleriyle dışa vurur.
Louis Aragon‘un Le Paysan de Paris (Paris Köylüsü) adlı eseri hem şiir hem düzyazı içinde salınan melez bir yapıdadır. Aragon‘un sürrealist etkisi en çok kent imgelerinde yoğunlaşır. Paris sokakları, vitrinler, pasajlar ve parklar; bilinçaltının mekânları hâline gelir. Aragon’un dili, zaman zaman manasızlığa, imge bolluğuna sapar. Çünkü o, anlamı yapıbozumdan geçirerek yeniden inşa etmenin peşindedir. Aragon’un şiirinde kentsel yalnızlıkla düşsel arayış iç içe geçer, şair bilinci hem gezgin hem de uykuda bir tanıktır.
Philippe Soupault ve André Breton‘un ortak çalışması Les Champs Magnétiques (Manyetik Alanlar), sürrealist şiirin otomatik yazım tekniğiyle yazılmış ilk örneklerindendir. Bu metinde birbiriyle görünür bağı olmayan kelimeler ve imgeler ardışık şekilde akar:
“Işığın karanlığına değen cam
Bir çekiç gibi kırılan gökyüzü
Hayalci bir denizkızı bembeyaz aynalarda uyur”
Bu imgeler salt estetik bir oyun olmaz. Her biri, okuyucunun bilinçdışında yeni çağrışımlar doğurur. Soupault‘un amacı, anlamlı şiir yazmak değildir. O, bilinçdışını olduğu gibi, filtrelemeden sunmanın, saf bir varoluş ânı yakalamanın peşindedir. Soupault ve Breton‘un bu çalışması, şiirin geleneksel yapısını bozan, onu bir iç monoloğa, bir düş izine dönüştüren bir deneydir. Cümleler, uyanık zihinle kurulmamıştır. Kelimeler birbiriyle çarpışır, itişir, sonra bir araya gelerek anlamı aşan bir atmosfer yaratır.
Düşlerle Şekillenen Şiirsel Dünyalar: Türk Edebiyatında Sürrealist Şiir ve Yankıları

Türk edebiyatında sürrealizm, kültürel yapının, tarihsel travmaların ve bireysel iç dünyanın bir araya geldiği şiirsel bir yansıma olarak karşımıza çıkar. Garip Hareketi, sürrealizmi daha çok gündelik hayatla ironik biçimde buluştururken; İkinci Yeni şiiri, Fransız sürrealizmine daha yakın duran, imgeci, çağrışımsal ve anlamı parçalayan yapısıyla dikkat çeker.
Cemal Süreya, İkinci Yeni‘nin en rafine şairlerinden biridir. Onun şiirinde erotizm, dilin estetiğiyle birleşerek bilinçaltına açılan bir kapıya dönüşür. “Beni öp, sonra doğur beni” dizesi, bu dönüşümün en belirgin örneğidir. Bu imge, yalnızca bir aşk metaforu olmaz; aynı zamanda varoluşun, yeniden doğuşun ve geçmişin silinip yeniden yazılmasının sembolüdür. Süreya’nın şiirinde kelimeler, anlamdan çok çağrışım yaratır. Tıpkı bir rüyada olduğu gibi, imgeler kendi iç mantıklarıyla ilerler. Şiir, burada bir anlatım biçimi olmaktan çıkar, sezgisel bir alan hâline gelir. Süreya’nın dizelerinde sıkça karşımıza çıkan “anlam kayması” ve beklenmedik sözcük birliktelikleri, sürrealizmin Türkçede bulduğu yeni damarları işaret eder.
Ece Ayhan ise sürrealizmi, tarihsel ve sosyopolitik imgelerle buluşturarak bir “anlam labirenti” inşa eder. Onun şiirinde tekinsizlik duygusu baskındır. “Meçhul öğrenci anıtı” ifadesi, hem bir nesneye hem de bir travmaya işaret eder. Zaman ve mekân birbirine karışır. Ece Ayhan’ın dili, bozulmuş bir aynada yansıyan kelimeler gibidir. Okur, anlamı sezgisel olarak kavramak zorundadır. Ayhan‘ın şiiri, bir tür bilinçdışı tarih yazımıdır. Onun “Bakışsız bir kedi kara” dizesi, soyut bir tasvir olmanın ötesinde bir varoluş hâlinin dışavurumudur.
Turgut Uyar‘ın “Geyikli Gece” adlı şiiri, sürrealizmin pastoral bir izdüşümüdür. “Geyikli gece” bir varlık değil, bir durumdur. Zaman ve mekânla sınırlanmamış bir iç yolculuktur. Şiirdeki şu dizeler, bizi bir rüyaya taşır:
“Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ay ışığı”
Geyik, burada hem doğanın saflığını hem de insanın içindeki kayıp yönleri simgeler. Uyar, doğa imgelerini insanın iç dünyasıyla öyle iç içe geçirir ki, okuyucu bu yolculukta ne zaman dış dünyada, ne zaman bilinçdışında olduğunu fark edemez. Şiir, gerçekliğin değil, onun yitirildiği anların ifadesidir.
Edip Cansever‘in şiirlerinde nesneler duygusal bir bilinçle yüklenir. “Masa da masaymış ha“ dizesi, bir eşyanın duygusal varlığını ortaya koyar. Cansever, nesnelere içsel anlamlar yükler; onları insanların yalnızlığı, kırılganlığı, suskunluğu ile buluşturur. Bir masa, bir karanfil, bir pencere; her biri bir ruhsal durumun yansımasıdır. Cansever’in dili, sembollerle ve sessizlikle konuşur. Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım” şiiri, bir kimlik sorgulamasıdır. Ruhsal bir bölünmüşlük hâli, dış dünyanın anlamsızlığına karşı iç dünyanın giderek parçalanmasıyla birleşir.
Gökyüzünde Kelimeler

Sürrealist şiir, yalnızca bir yazım biçimi olmaz; aynı zamanda bir varoluş biçimidir. Gerçeğin sınırlarını aşmak, kelimeleri yalnızca anlam taşımakla kalmayıp sezgiye ve düşe dokunmakla görevlendirmektir. Sürrealist şair, rüya gören bir kâhin olmaktan çok, rüyanın içinden konuşan bir ses, bilinç dışının yankısıdır.
Dünya uyanıkken dahi rüyaya tutulabilir; işte şiir, bu rüyanın dili olduğunda sürrealizm tüm ihtişamıyla dile gelir. Çünkü bazen bir şiir, yalnızca okunmak için değil, içinde gözlerimizi açmamız için yazılır. Şiir, bilincin kıyısında duran o sessiz diyardır ve sürrealizm, o diyarda yankılanan en içsel haykırıştır.
Kaynakça:
- “Biyomorfik Sürrealizmde Otomatik İmge”. DergiPark. Web. 08.04.2025
- “Les Champs magnétiques”. Internet Archive. Web. 08.04.2025
- “Philippe Soupault”. Encyclopedia Britannica. Web. 08.04.2025
- “André Breton”. Encyclopedia Britannica. Web. 08.04.2025
- “Paul Éluard”. Encyclopedia Britannica. Web. 07.04.2025
- “Louis Aragon”. Encyclopedia Britannica. Web. 07.04.2025