1881’de hayata gözlerini açan, umutla bakan, savaşa karşı savaşan, insan psikolojisini sadelikle işleyen Avusturyalı yazar Stefan Zweig, romantik yapıya sahip duygulu biriydi. En büyük amaçlarından biri Avrupa’nın eski barışçıl günlerine dönmesiydi ve bunun için uğraştı, konferanslar düzenledi. 1934 yılında Hitler iktidarı ele geçirdiğinde her şey onun için bambaşka bir hale geldi. Yapıtları sokaklarda yakıldı, evi polisler tarafından arandı. Bu duruma daha fazla dayanamayarak önce İngiltere ardından Amerika en sonunda da Brezilya’nın Petropolis kentine yerleşti. İnsanlığın onurunu yitirdiği bir çağda umutları gittikçe tükenen Zweig, 1942 yılında eşi Lotte’yle zehir içerek intihar etti. Geride eski eşine yazdığı bir mektup kaldı bir de yayımcısına yolladığı ‘Satranç’ kitabının müsveddeleri. Son mektubunda bizleri şu umut cümleleri ile selamladı;
“Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın ışığını görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.”
1-Zamanının Ötesinde Oluşu
Birden fazla türde yazarak her alanda büyük başarılara imza atan yazar Zweig, sadece günümüzde değil yaşadığı dönemde de ciddi etkiler yaratan, onlarca dile çevrilen kitaplarıyla “Çok Satanlar” listesinde ismini korudu. Psikolojik çözümlemelerini sadelikle, ustaca anlatan Zweig bizleri eserlerine hayran bıraktı. En verimli zamanı 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı arasına denk geldi.
Zweig yapıtlarında, kadın duygularını ve psikolojisini okuyucusuna çok iyi aktaran bir yazardı. Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat ve Bilinmeyen Bir Kadını Mektubu adlı kitaplarının ana karakterlerini kadın karakterlerden oluşturdu. Bütün yönleriyle ele aldığı kadın duygularını, çarpıcı ifadelerle okura aktardı.
“Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur.”
2-Psikolojik Yönü Ağır Basan Biyografik Romanları
Sadece romanları ve kısa öyküleriyle değil biyografileriyle de tanındı Zweig. Üretimi zor bir tür olan biyografi, Zweig’in elinde başka bir boyut kazandı. Zweig, kanıtlama derdine düşmeden, dipnotların kullanılmadığı edebi biyografiler yazarken bu yazıların da psikolojik yönü ağır bastı. İncelikli araştırmalarla ortaya çıkardığı çalışmaları, detaylarla yüklü yapıtlardı. Biyografilerinde yersiz uzatmalara, gereksiz ve süslü sözlere yer vermedi. Aynı zamanda hiciv ya da övgü kullanmanın da uygun olmadığını, bahsedilen kişinin ilgi çekeceğini dile getirdi. Kaybedenin yazgısının ilgisini çektiğini söyleyerek psikolojik olarak yakın hissettiği kişilerin hayatlarını yazmayı tercih etti büyük çoğunlukla. Erasmus‘un, Maria Antoinette‘in, Macellan‘ın, Dostoyevski‘nin, Dickens‘in, Balzac‘ın ve başka pek çok kişinin biyografilerini yazarken nesnel kalmayı başardı.
“Dostoyevski yaşama üstün gelmeyi istememiştir, onu hissetmeyi istemiştir.”
3-Koleksiyonerliği
Gençliğinde harçlığının çoğunu tiyatro, konser ya da kitaplara harcayan Zweig, derinlerde sevdiği yazar ve şairler hakkında bir şeyler buldu ve paylaşmak istedi. Yakın arkadaşı Paul Valery’nin şiirleri ilk kez 1916 yılında basıldı ama Zweig o şiirleri 1898 yılında bir dergide okumuştu. Valery bunların üstüne şu cümleleri kurdu: “Genç insanlar kendi yazarlarını kendileri arar ve bulurlar, çünkü onları kendileri için bulmak isterler.”
Zweig’in Salzburg’daki malikanesinde geniş bir yazma koleksiyonu ve Beethoven’ın yazı masası da bulunan muhteşem bir kütüphanesi vardı. En önemli çabalarından biri bu koleksiyonunu zenginleştirmekti. En verimli yılları olan Salzburg yılları bir süre sonra sona erdi ve bu muhteşem koleksiyonları, kitapları arkasında bırakarak ülkesini terk etmek zorunda kaldı.
Sahaf Mendel adlı öyküsünde bu tutkunun izleri vardı. Dünyaya kendini kapatmış, kitaplardan başka bir şey görmeyen, kafede kendisine ayrılmış bir köşede kitaplarıyla vakit geçiren Mendel’in önce hapse atılması sonra da toplama kampına gönderilmesini aktardı bu öyküsünde. Zweig’ın Görünmeyen Koleksiyon adlı öyküsünün kahramanı Herwarth da, sayısız nadir eserleri topladı ve çok önemli bir koleksiyon oluşturdu. Günden güne gözleri görme yetisini kaybetti ve Almanya’nın savaş sonrası zor yıllarında ailesi bütün koleksiyonu satarak geçinmeye çalıştı. Zavallı adam koleksiyonunun olmadığından bihaber ziyaretçilere olmayan koleksiyonu gezdirdi.
“Koleksiyonerler mesut insanlardır.”
4-Arkadaşlıkları
Yaşayan büyük sanatçıların ve yazarların çoğuyla sıkı dostluklar kurdu. Onların çoğunu Salzburg’taki evinde misafir etti. Kimler gelmedi ki o malikaneye! Thomas Mann, Rainer Maria Rilke, Paul Valery, Maksim Gorki, James Joyce ve Freud bunlardan sadece birkaçıydı. Hatta Zweig, cephede iş göremeyeceği düşünüldüğü için bir arşivde kütüphaneci olarak çalışmaya başladıktan sonra da Rilke’yi de yanına aldırmıştı. Savaş karşıtı iki dost, birbirine yardımcı oldu. Aynı zamanda Freud’a hayran olan ve onunla sıkı bir ilişkisi olan Zweig, öykülerinde Freud psikoanalizini uyguladı. Yaşamları boyunca mektuplaştılar ve birbirlerinden övgü dolu sözlerle bahsettiler. Zweig için Freud’un düşünceleri çok önemliydi. Bir mektubunda şu cümlelere yer verdi: “Sizin gibi çok çalışan, çok önemli şeyler üzerine kafa yoran birinin kitabımla böyle ilgilenmesi beni çok duygulandırdı ve gururlandırdı.”
5- Savaş Karşıtlığı
Hayatı boyunca siyasetle hiç ilgilenmeyen, savaş karşıtı olan Zweig son ana kadar içindeki insan sevgisini hiç bırakmadı. Hep savaşa karşı savaştı, bunun için konferanslar düzenledi. O zamanlarda savaş karşıtı olmak vatan hainliği ile eş değerdi. Buna rağmen tarafı belli olan Zweig, hümanist düşünce yapısına sahipti. Dünün Dünyası adlı eserinde tarihte en çok çile çekmiş kuşağın kendileri olduğunu söyledi. 22 Şubat 1942’de bütün bu sıkıntılara, kaçmalara, vatansız ve yurtsuz yaşamalara daha fazla katlanamadığı için eşi ile birlikte ölümü seçti.
“Her gölge, sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır.”
Koçak Kurt, Merve. ‘Bir İmkansız Sürgün’. Masa 13(2018):4