Spencer, yönetmenliğini Pablo Larraín‘in; senaristliğini Steven Knight’ın üstlendiği 2021 yılında vizyona girmiş biyografik dram türünde bir filmdir. Prenses Diana‘nın (Kristen Stewart), İngiliz kraliyet ailesi içerisinde Noel arifesinde geçirecekleri üç günde yaşadığı varoluşsal buhranı konu alan filmde bulimia nervozanın izlerine de rastlıyoruz. Yeme alışkanlıklarımızın psikolojimizle ilişkili olduğuna dair pek çok duyum almışızdır. Tıkınırcasına yeme ataklarının olduğu ve kişinin sonrasında kendini kusturduğu bulimia nervozada birey kilo alımını engellemeyi amaçlıyor. Hastalık genç kadın, adölesan ve yetişkin grubunda sıkça görülmekte. Hormonlar, kültürel faktörler, olumsuz yaşam deneyimleri gibi farklı nedenlerle ortaya çıkabiliyor. Bu yazıda Spencer’dan hareketle bulimia nervozanın duygusal arka planına yakından bakacağız.
Dikkat, yazının devamı film hakkında spoiler içerebilir!
Geleneklerin Gölgesinde

Film, arabayla tek başına yola çıkan ve kaybolan Diana’nın uzaklarda gördüğü korkuluğa koşması ve üzerindeki paltoyu almasıyla başlıyor. Akşam yemeğine geç kalıyor. Tüm gözler olabildiğince yargılayıcı şekilde Diana’nın üzerinde. Geleneklere göre Noel kutladıklarının anlaşılması için bir buçuk kilo almaları gerekiyor ve bu yüzden her biri tartılıyor. Yatak odaları soğuk oluyor, kaloriferi açmak yerine battaniye alıyorlar. Ailenin gelenekler konusundaki kuralcı tavrı ve Diana’nın memnuniyetsizliği ilk bakışta belli oluyor. Tüm bu dayatmalara karşı direnç gösteriyor. Noel günü, kilise kıyafeti yerine öğlen tatili kıyafeti giyiyor. Bu küçük eylemler de Diana’nın varoluş çabası. Basın, onların fotoğrafını çekerken ne kadar kırılgan göründüğünü ve gözlerinin hüzünle baktığını fark ediyoruz. Rolünün ağırlığı altında eziliyor. Herkes ağız birliği yapmışçasına ona geleneklere uyması, ailenin ona karşı kibar olduğu ve değişmesi gerektiği yönünde konuşmalar yapıyor. Tüm bunlar, onun anlaşılmama ve görülmeme hissini körüklüyor.
Köksüzlük ve Bağ Arayışı
Aileden kimseyle duygusal bağ kuramayan Diana, bu eksikliği çalışanlarla iletişim kurarak kapatmaya çalışıyor. Terzisi Maggie‘nin (Sally Hawkins) onu anlayan tek kişi olduğunu düşünen Diana, ona içini açıyor. Onunla yaptığı sohbetlerde ailede mayın dolu bir tarlada gezdiğini, yok sayıldığını, güzelliğin boş olduğunu söylüyor. Prens Charles (Jack Farthing) tarafından aldatılmış ve bu onun ruhunda derin yaralar açmış. Aralarındaki ilişkinin olabildiğince uzak, kopuk ve sevgisiz olduğunu görüyoruz. Öyle ki iletişim kurdukları anlar yalnızca Prens’in Diana’yı geleneklere uyması konusunda uyarması üzerine ilerliyor. Arazide koşmasını, perdeler açıkken giyinmesini, her yere geç kalmasını eleştiriyor. Gerçek olan ile basının fotoğraflarını çektiği kişinin farklı olduğunu söyleyerek kuralları ona diretiyor. Bedenini, nefret ettiği şeylere alıştırması gerektiğini söylüyor. Adeta kendileri gibi soğuk ve kaskatı kesilmesini istiyor. Konuşurken aralarında bulunan bilardo masasının neden olduğu fiziksel mesafe ruhsal mesafeyi de simgeliyor gibi. Kendisini aldattığı kadına da aynı inci kolyeyi aldığını ve bu kolyeyi bir daha istemediğini söylüyor Diana. Burada aldatılma öyküsünün inci kolye üzerinden işlendiğini görüyoruz. Diana’nın çocuklarıyla ilişkisine baktığımızda aileden farklı olarak sıcak ve samimi olduğu, onları halktan biriymişçesine yetiştirmek istediğini görüyoruz.
Her hastalıkta olduğu gibi bulimia nervozada da sosyal destek çok önemli. Tüm gözlerin üzerinde olmasına rağmen Diana görülmemiş bir kadın. Sıradan bir hayatın akışındaki eylemleri bile yapamıyor oluşu, sınırlandırılması ve benliğinden koparılması onu tutsak hissettiriyor. Maggie gerçekçi olmayan ve ezberlenmiş sözlerin dışında, herkesten farklı olarak Diana’nın içini görebiliyor. Onun sevgiye ve kahkahaya ihtiyacı olduğunu söylüyor. Onu yüreklendiriyor. Maggie ise onu gören bir çift göz oluyor ve ona aşkını itiraf ettiğini görüyoruz.
Olumsuz Beden Algısı

Diana’nın özellikle tartılma geleneğinden rahatsız olduğunu görüyoruz. Tartılmaktan ve kendisiyle eğlenilmesinden oldukça rahatsız. Terzisi Maggie ile arasında geçen diyalogda gerçekçi olmayan bir şekilde kilo aldığını söyleyerek siyah giymek istiyor. Burada beden algısı bozukluğunun izlerine rastlayabiliriz. Yeme ataklarıyla birlikte kusma davranışında bulunan Diana’nın bedenine karşı olumsuz bir bakış açısı var. Bunda aldatılmasının da etkisi olabilir fakat Diana’nın ruhsal buhranının arka planına davranışsal bağlamda bakılmadığı için net bir çıkarımda da bulunamıyoruz. Senaryo, neden sonuç ilişkisini içeren bir olay örgüsünden ziyade karakterin ruhsal halleri üzerinden inşa ediliyor. Bununla birlikte Diana’yı tetikleyen duygunun kaygı olduğunu görüyoruz. Her yerde gözler onun üzerinde. Bu durum onu kaygılandırıyor ve ardından kusma eylemiyle sonuçlanıyor. Yani duygunun bedendeki karşılığını ve dışavurumunu izliyoruz. Yeme atağının geldiği bir sahnede çalışanlardan birine yakalanıyor. Basın konusunda uyarıldığında onların mikroskoptan farkının olmadığını; kendisinin ise böcek olduğunu ve kanatlarının, bacaklarının koparıldığını söylüyor. Kendini aciz ve paramparça görüyor.
Diana’nın perdeler açıkken giyinmesi üzerine çalışanlar perdeyi dikiyor. Bunun üzerine tel makasıyla perdeyi kesen Diana ardından kendi bedenine zarar veriyor. Farklı bir bağlam olan kendine zarar verme eylemi, duygusal acıyı dindirmek için odağı bedene yönlendirmek üzerine temellenebiliyor. Bu noktanın ucu açık kalmış. Diana görünmek istiyor, perdeler ardında karanlığa hapsolmak değil. Böyle anlarda kaygıya eşlik eden bir öfkenin varlığını da fark ediyoruz.
Özgürlüğün Hafifliği

Diana onun gibi aldatılan Anne Boleyn‘i anlatan kitabı okuyor ve hayali Anne Boleyn ile konuşuyor. Bu noktada kendini Anne Boleyn ile özdeşleştiriyor fakat onun gibi kaybolup gitmek yerine kendi gerçekliğine dönüyor. Çocukluğunu, mutlu anlarını, ailesini, dans etmeyi anımsıyor. Her biri zihninin koridorlarında dolup taşarken Diana, Spencer‘ı hatırlıyor. Boynundaki inci kolyeyi kopardığı an da özgürlüğün başlangıcı oluyor ve aileden ayrılmaya karar veriyor. Filmin sonunda çocuklarıyla hamburger siparişi verirken ismi sorulduğunda duraksaması ve Spencer demesi kendi benliğine kavuşmuş olmanın huzurunu içeriyor.
Olay örgüsünden ziyade Diana’nın üç gün içerisinde geçirdiği ruh halleri, iç sıkışıklıkları ve ruhsal bunalımının derinlemesine işlendiği filmde Kristen Stewart’ın, duyguları seyirciye geçirişi çok başarılı. Duygularını daha çok bakışları ve beden diliyle ifade ederek filmin durağan akışını bambaşka bir noktaya taşımış. Adeta Diana’nın zihninin koridorlarında dolaşıyormuş gibi hissedebilirsiniz. Çekimleri, kostümleri, müzikleri ve oyunculuk performansları ile tam bir başyapıt diyebilirim. Baskı altında ve yalnızlık içerisinde olan bir kadının psikolojik çözülüşünü, kırılgan ruh halini, otantik olamamanın bedensel dışavurumunu izliyoruz. Aile içerisinde her şey ne kadar donuk, durağan ve tekdüze ise Diana’nın iç sıkıntısı, baskıların getirdiği kaygılarla gelen yeme atakları da bir o kadar dalgalı. Film, yönetmen Pablo Larraín tarafından “tersten bir peri masalı” olarak tasvir ediliyor. Spencer hamburger ve abur cubur yemek, koşup eğlenmek, dans etmek ve çocuklarını ”herkes” gibi yetiştirmek istediği yeni bir hayata yelken açıyor.

Alice Miller’ın dediği gibi ”Savuşturulan duygular tekrar kendilerini hissettirir ve bedeni ele geçirir. Beden tam olarak neye ihtiyacı olduğunu bilir, mahrum kaldıklarını unutamaz, mahrumiyet ya da boşluk oradadır, doldurulmayı bekler.” Diana’nın kaygıları, korkuları, yalnızlığı, görülmemişliği ve öfkesi yeme bozukluğu ile kendini gösteriyor. O konuşmasa da bedeni, acısını yansıtıyor. Dans ettiği sahnelerde Diana’nın bedenindeki boşluğu bu eylemle doldurabileceğini düşünebiliriz. Bu şekilde Diana bedeninde hissettiği kaygıyı ve öfkeyi dansla ifade ederek duygusal regülasyonunu destekleyebilir.
Film genellikle aynı frekansta ilerlese de kendisine dayatılan kurallara karşı çıkarak varoluş mücadelesi veren bir kadın profili öylesine gerçekçi yansıtılmış ki kendimi kafese tıkılmış bir kuşçasına kasvetli hissettim. Aslında bu his birçoğumuz için tanıdık olacaktır. Diana gibi bir prenses olup soğuk bir kraliyet ailesinde sıkışıp kalmış olmasak da birçoğumuz başka evlerde ve başka hikayelerde bu duyguları deneyimlemişizdir. Zaman zaman toplumsal yapı, üst öğretiler, kültürel normlar bizi otantikliğimizden ve bedenimizden uzaklaştırabilir. Bu noktada bedenimiz en doğru rehberimiz olacaktır. Onun ihtiyaçlarına kulak verebilirsek duygularımızı da anlarız. İşte o zaman kendimiz olabilme cesaretini haykıran en derindeki iç sesimiz; dış dünyanın yapay, soğuk ve yüksek sesini bastırmaya yetecektir.
Kaynakça
Beyazperde.com ”Spencer”. Erişim Tarihi: 30.09.2024. Web.
Miller, Alice. Beden Asla Yalan Söylemez. İstanbul: Okuyan Us Yayınevi, 2023.
Taştan K., Demiröz H.P., Öztekin C. ve Sincan S. “Bulimia Nervoza Tedavisinde Hipnoterapi: Olgu Sunumu”. CausaPedia Hakemli Olgu Dergisi 6.2 (2017): 94-97.
Kapak görseli: altyazi.net