Söylenti Kitaplığında her hafta bir başka kitabın sayfaları arasında gezindiğimiz serimizin bu haftaki kitabı, Paul Auster‘dan Sunset Park!
Kitaplarında kullandığı dil sayesinde okuyucularıyla sıkı bağlar kuran Paul Auster, karakterlerinde kendi dünyasını, düşüncelerini ve hislerini aktarır okuyucuya. Okuyucu da karakter duvarını kaldırarak yazarla birebir iletişime geçiyormuş gibi bir izlenimle çevirir sayfaları. Otobiyografi havasında olan kitapları, okuru sıkmayan ve yormayan bir sohbet ortamına dönüşür. Auster bir röportajında bu durumu şu cümlelerle aktarır: “Ne yaptığımı kendimde bilmiyorum; sadece içimden geldiği gibi yazıyorum. Yazıda müthiş bir iletişim kurma çabası var; okuyucunun zihnine kalbine girmek istiyorsunuz; onu kışkırtmak, harekete geçirmek, gözlerini açıp; belki de bugüne kadar hiç düşünmediklerini göstermek istiyorsunuz.”
Postmodern edebiyat ve büyülü gerçekçilik tarzlarını benimsemesinin aksine dilini kullanış biçimiyle okur, kurgusallığı kolayca anlayabilen bir konuma erişir. Eşsiz anlatı yeteneği sayesinde postmodern edebiyata farklı bir bakış sunar Auster.
“Hiçbir tasarısı olmamak, bir başka deyişle hiçbir özlemi ve umudu olmamak, elindekiyle yetinmek, güneşin doğuşundan bir sonraki tan vaktine kadar olan sürede dünya neyi sunuyorsa onu kabullenmek – kişi böyle yaşayabilmek için bir insanın isteyebileceklerinin en azını istemek zorundadır.”
Auster her kitabında, konumunu mutlaka kendi coğrafyası olan Brooklyn’e çevirmeyi başarmasıyla ünlüdür. Bu kitabında da konumumuz ilk başta Florida’dayken kendimizi yine ve yeniden Brooklyn’de buluyoruz. İlk konum olayların yaşandığı yer, son konum ise kaçışın ve öze dönüşün adresidir. Dışarıdan bakıldığında mutlu görünen bir ailenin, içten içe sorunlarla dolu olan hayatlarını fark etmemizin ardından feci bir ruhsal çöküntüyle bizi baş başa bırakıyor kitap. İki üvey kardeş arasındaki büyük sorunlar, birinin tesadüfen ölümüne yol açarken diğerinin bu ölüm üzerine kendini suçlamasına sebep oluyor. Karakterleri, olayların etrafında şekillendirmektense olayları, karakterlerin etrafında şekillendiren yazar; merkeze karakterleri her çerçeveden yerleştiriyor. Karakterlerin tamamen içselleştirilmesi ise okuyucudan beklenen bir durum haline geliyor.
“… yıllar geçtikçe daha çok güçlenmiyoruz. Kederlerin ve acıların birikmesi daha fazla kedere ve acıya katlanma kapasitemizi azaltıyor; keder ve acı kaçınılmaz olduğu için de geç yaşta karşılaştığımız ufak bir aksilik bile gençliğimizdeki trajedi kadar etkili oluyor.”
Karakterimiz, ailesinin karşısında ve yaşanan olayların yükü altında daha fazla devam edemeyeceğine karar vererek ailesine bıraktığı bir not ile evi terk ediyor. Oradan oraya savrulmalar ve ekonomik kriz sebebiyle pek çok iş değiştiriyor. En son, mallarına el konulan insanların evlerini boşaltma görevini üstlendiğinde çektiği fotoğraflarla yüzünde bir tebessüm oluşturabiliyor. Bir gün parkta kitap okurken kendisiyle aynı kitabı okuyan bir kızlar karşılaşıyor, aralarındaki çekime karşı koyamayan ikili birbirlerine aşık oluyorlar fakat önlerindeki büyük engel bu durumun karşısında duramıyor sadece olayları biraz yavaşlatıyor. Karakterimizin bir türlü düzene giremeyen hayatı, oradan oraya savrulmalarına yenilerini ekliyor. Acılarla dolu yaşamına rağmen kitaptaki bazı olaylar yüzümüze tebessümler kondursa da büyük çoğunlukla dertlerine kederlenmemek elimizde olmayan bir durum haline geliyor.
“… herkes için bir hayal kırıklığı oldu; araba Brooklyn Köprüsü’nden geçerken nehrin karşı yakasındaki büyük binalara bakıyor, artık olmayan, yok olan, yıkılan, yanan binaları düşünüyor, yok olan binaları ve yok olan elleri düşünüyor ve hiçbir gelecek yokken gelecek için umut beslemeye değer mi, diye düşünüyor; kendi kendine bundan sonra bir şeyler umut etmeyi bırakacağını, sadece şimdi için, şu an, geçip gitmekte olan bu an için yaşayacağını söylüyor, burada olan ve olmayan şimdi, sonsuza kadar kaybolmuş olan şimdi.”