“Ve belki yadırganabilir ama, yalnızlık aynı zamanda iletişim kurmayı öğrenebilmek için de en iyi araçtır. Sadece kendi kendini tanıyarak, yani kendi içsel dünyamı tanıyarak bir başkasının içtenliğine hitap edebilirim. Bizler çevremizde havada uçuşan sözcüklerin sürekli hedefiyiz, onların çemberine kıstırılmış, sözcüklere boğulmuş ve boğazlanmış durumdayız. Söyleyecek şeyler azaldıkça söylemek için yaratılan teknik araçlar artıyor. Belki trajikomik ama böyle işte. Hiçbir şey söylememek için sözcük ırmakları akıyor. Kendimizi giderek daha yalnız hissetmek için akan sözcük ırmakları.” (sf. 22)
Zaman zaman günlük tutanlarınız bilir ki her gün yazmasa bile içiniz dolup taştığında bunları bir yere yazma, anlatma ihtiyacı hissedenleriniz bilir ki en içten düşünceleriniz, hisleriniz dökülür kaleminizden. Kalbinizden geçenler dökülür. İtalyan yazar Susanna Tamaro, Mathilda adını verdiği hayali arkadaşıyla konuşurken kendi günlüklerinden sayfalardan oluşan bu yapıtında mevsimler sayfalarında geçip gidiyor. Ocak sonunda açan mimoza ağacının sarı çiçeklerinin ne kadar güzel koktuğundan bahsederken bir yandan da çevresinde olanlardan, duygulardan, acılardan ve hayatın karmaşasından bahsediyor. Kalpten taşmış bu sözcük ırmaklarını gördüğünüzde yazarın bazı ayları oturduğu evin balkonunda bir sakinliğin içerisinde yazdığını bazılarını ise büyük bir coşkuyla yazdığı anlıyorsunuz. Sevgili Mathilda, İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum insanın en başta kendine sonra da birbirlerine tutunarak yürümesini beklediğini, birbirimize tutunmamız gerektiğini, dayanışmayla insanların olabileceğini, kapıları birbirimizin yüzüne kapatmamamız gerektiğini söylüyor.
“Arkadaşlık karşılıklı bir armağan deneyimidir, gerçek dostlukta bir çıkar veya amaç ilişkisi yoktur. Arkadaşlık neşe ve çabanın, sadakat ve özenin, dinleme ve sessizliğin, uyumluluğun ve paylaşmanın temelleri üzerinde yükselir. Soylu ve bedava bir duygudur, çünkü sevgi doğuran ilişkiler fiyatın değerini bilmezler.” (sf. 117)
Günlük tuttuğu bazı günlerde, kalplerde yer edinmiş Küçük Prens’e de atıfta bulunuyor. Örneğin yazıldığı dönemin hatta günümüzün büyük bir problemi olan ne ve kim olduğuna bakılmaksızın çağın baş döndürücü hızının etkisiyle “kullanıp atma” sorununa değiniyor. Yani elimizdekileri besleyip büyütmektense önümüzdeki hızlı akışın içinde kayboluşun, sahip olunan bir şeyi sarıp sarmalama, onu içimizde özümseyip büyütme ve anlama isteğinden çok hızlı bir şekilde tüketip sonra da bir köşeye atmaktan. “Bu sabah tam onu beklerken, Küçük Prens’in tilkiyle tanışması geldi aklıma. Tilkinin onu evcilleşmeyi öğretişini anımsıyor musun? Her gün diye açıklamıştı ona, aynı saatte buraya gelmeli, otların üzerine oturmalısın, her geçen gün biraz daha yaklaşmalısın, böylece ben sana güvenmeyi ve senden korkmamayı öğrenirim. ‘Birbirini evcilleştiremeyenler’ diye bitirmişti sözlerini tilki, ‘tanışmazlar.'” (sf. 172) Bir sayfasında da Nisan ayının temiz bahar havasının içinden başlayan bir gününde, bahçesinde diktiği minik bir çamın onda yarattığı çağrışım ile Küçük Prens‘in biricik, sevgili gülüne uzanıyor: “Yeni meyva ağaçlarımı dikeli bir ayı geçti ve sanırım artık derin bir soluk alabilirim: Ağaçların hepsi tuttu ve kar yağıp tomurcuklarını yakmadı. Bu günlerde minik çamımın da saksısını değiştirdim. Sana hiç ondan söz etmiş miydim? Ona bakmaya başlayalı iki yıl oluyor ve artık benim için biraz da ‘Küçük Prens’in gülü gibi oldu.” (sf. 115)
Eskiden yazdığı bir kitabından paylaştığı bir alıntı yer alıyor, o da önceden yazmış olduğu ve tanınan kitabı Yüreğinin Götürdüğü Yere Git. Bu eseri okuyanlarınız bilir, anneannenin torununa yazdığı mektuplardan oluşur. Kitabından alıntıladığı satırlar, önyargının kötülüğünden bahseder: “Bizim ‘yargı’ dediğimiz genellikle sadece önyargıyı ve mahkum etmeyi gizleyen bir terimdir. Ve hangi gerçeklik tuğla olarak yargı ve mahkum etmeyi kullanarak oluşturulabilir: Duvarlar ve derin çukurlar, dikenli teller ve kapalı kapılardan oluşan bu gerçeklik, buz gibi bir soğuğun ve gürültülü yalnızlıkların oluşturduğu bir gerçekliktir bu. Yüreğinin Götürdüğü Yere Git adlı kitabımın son sayfalarında dile getirdiğim kızılderili atasözünü anımsıyor musun? Aşağı yukarı şöyleydi:’Birini yargılamak istediğiniz zaman, önce gökte üç ay değişene dek onun mokasenlerinle yürümelisin.” (sf. 106)
İnsan yüreğine olan inancını yitirmiyor Tamaro. Tek gerçekliğin yürekten geldiğini savunuyor. İnsandan insana bağlantıların buradan kurulduğunu, kendi hayatımızda ve ilişkilerimizde, sıcak küçük güneşimizle mümkün olabileceğini yineler belki kısa belki de uzun olan hayatımızda, bu yürüyüşümüzde:
“Yürek bizim güneşimizdir, bizim küçük, kişisel güneşimiz. Yüreğimiz sayesinde çevremizdekilere aydınlık ve sıcaklık taşırız. Yüreğimiz sayesinde yaşamımız sevinç ve paylaşım doludur. Yüreğin açılması bu çağın barbarlığına karşı koyabilecek tek gerçek panzehirdir. Ve, geleceğin ıssız bir çöl değil, bir umut ve oluşum çağı olması için gerçekleştirilmesi gereken yürüyüş budur.” (sf. 193/194)
Tamaro, Susanna. Sevgili Mathilda, İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum. İstanbul: Gendaş, 1998.