Söylenti Kitaplığından: Sabahtan Akşama

Editör:
İclal Yaka
spot_img

Her hafta başka sayfalarda gezinip, farklı dünyalara ulaşmamızı sağlayan Söylenti Kitaplığında bu hafta, Jon Fosse’nin “Sabahtan Akşama” adlı kitabı var!

2023 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan Jon Fosse, daha çok oyun yazarlığıyla bildiğimiz bir isimken özellikle de aldığı ödülden sonra artık düzyazılarıyla da tanınmaya başlamıştır. Kendine has anlatım üslubuyla hayatın içinden oldukça sıradan ama bir o kadar da karamsar olguları yine kendine özgü işleyişi onu asıl farklı kılan etmendir. Öyle ki Nobel Ödülü’nün Fosse’ye verilme nedeni olarak gösterilen “söylenmeyeni dile getiren yenilikçi oyunları ve düzyazıları için” ifadesi de bir yerde Fosse’nin garip ama okuyucuyu içine çeken anlatı tarzının en basit şekilde tanımıdır.

Kitaba başladığımız andan itibaren ilgimizi en çok çekenlerden biri de kuşkusuz olabildiğine az nokta kullanımına karşın sıkça virgüllerle ayrılan anlatım oluyor. Fakat yine de okurken hiç zorluk çekmiyoruz. Çünkü Fosse gerek virgülleriyle gerekse de basit ve sade anlatımının altında yatan derinliğin getirdiği düşünme ihtiyacıyla okuyucuya gerekli nefesi aldırıyor. Öte yandan gördüğümüz her virgülü de hayatımızın durakları olarak düşünmeden de edemiyoruz.

Sabahtan Akşama, birinci bölümde doğumun ikinci bölümde ise ölümün ruhsal olarak irdelendiği kısa ama etkileyici bir anlatı sunuyor. Sabah-akşam ve doğum- ölüm ikilileri arasında bağ kurulurken gerçekten de günlerin de hayatın da hızlıca akıp gitmesi gibi kitap da bir çırpıda bitiyor. Fakat kitabın zihnimizde ve ruhumuzda bıraktığı tat, o kadar da hızlı geçenler arasında değil.

Kitabın birinci bölümünde başkarakterimiz Johannes’in doğuş anına babası Olai‘nin gözünden tanık oluyoruz. Olai oğlunun doğumunu sabırsızlıkla beklerken hem çevresindeki olup biteni hem de kendi zihninden dökülenleri bize aktarıyor. Eşinin acı dolu çığlıklarını ve yorgun yüz ifadesini anlatırken bir anda oğlu ile ilgili kurduğu hayalleri, onun bu kötü dünyaya gelişinin onda yarattığı endişeyi anlatmaya başlıyor.

“Marta’nın telaşlı çığlıkları arasında soğuk dünyaya gelecek, Marta’dan ayrılıp yalnızlığı tadacaktı, herkesten ayrı, yapayalnız olacak, hep yalnız kalacaktı ve bütün acılar bitip de zamanı geldiğinde tükenecek, yokluğa, geldiği yere dönecekti, yokluktan yokluğa, yaşam böyle ilerliyordu, insanlar, hayvanlar, kuşlar, balıklar, evler, fıçılar, tüm varlıklar böyle, evet, diye düşündü Olai, kuşkusuz bundan fazlası var, diye düşündü, her şeyin yokluktan gelip yokluğa gittiği sanılabilir, ama tam böyle değil, çünkü daha fazlası var, ama nedir o bütün ötekiler?”

Johannes’in doğumundan sonra ilk bölüme göre daha uzun olan ikinci bölüme geçiyoruz. Doğumdan sonra artık sıra ölüme belki de bizi en çok huzursuzlandıran kısma geliyor. Johannes’in ölümle tanışmasını yine Johannes’in zihninden okurken baba rolü de Johannes’e geçiyor. Doğumunu babasından okuduğumuz Johannes de bir baba olmuş ve nihayetinde o da babası gibi ölecektir. Bu noktada doğumda ve ölümde “baba olmak” olgusunun üzerinde durulurken, bu kavramlara da babanın bakış açısından yaklaşıyoruz. Genelde özellikle de doğumda annenin tarafından okumaya alışık olduğumuz hikâyeye babanın gözünden bakmak kuşkusuz bizim için de bir farklılık oluşturuyor.

Kitapta ikinci bölümün daha uzun olduğundan bahsetmiştik, dolayısıyla ölüm kısmını daha çok okuyoruz. Çünkü doğum her şeye başlangıçken ölüm ise bir sondur. Ama bu son; tüm yaşadıklarımız, hayatta edindiğimiz yer ve üstlendiğimiz rollerle gelen bir noktadır aslında. Yani anlatılacak ve de veda edilecek çok şey var. İlk bölümde doğan Johannes, gözlerini dünyaya yenice açmış daha yolun en başında olan, tercihleri sonucunda yaşayacaklarından henüz habersiz salt bir birey. Yani o kadar anlatacak bir şeyi yok ki dikkatimiz hep babasının hisleri üzerinde. Yaşayacaklarının sonlandığı ölümündeyse yedi çocuğu için bir baba, ölen eşinin arkasında kalan bir koca, Peter için bir can dostu olmak gibi onu asıl Johannes yapan başlıca rolleri var. Bu roller, beraberinde birçok yaşanmışlığı getirirken Johannes’in de artık anlatacak birçok şeyi –bir hayatı– vardır.

Fosse, Johannes’in uyandığı andan itibaren defalarca kez karakterin yaşadığı hafiflik hissinden bahsediyor. Genelde ağır bir duygu durumuyla işlenmesine alışık olduğumuz ölüm teması, onun kaleminde tam tersi olan bir hafiflikle hayat buluyor. Bu noktada hikâyede işlenen ölüm, okuyucuya ağır bir yas sürecini yansıtmaktan ziyade daha çok ölümün doğallığını ve sıradanlığını vurgulamakta rol oynuyor.

“…karşı duvarda kürekler, tırmıklar asılıydı, sanki hepsinin kendine özgü bir ağırlığı vardı, ne işe yaradıklarını anlatıyorlardı, her şey tıpkı Johannes gibi eskimişti, her şey kendi ağırlığıyla dinleniyordu ve Johannes’in içini daha önce varlığını bilmediği bir huzur kapladı, nesi vardı?”

Kitapta hafiflik hissiyle özdeşleştirilen ölüm, birçoğumuz için hep korkulan, reddedilen ve kaçınılan bir olguyken kitapta tam tersine kaçamayacağımız ve de korkularımızın faydasız oluşuyla ele alınıyor. Ölüm geldiğinde bireysel olarak yaşamdaki tüm korkularımız, koşuşturmamız, düşüncelerimiz de son buluyor. Johannes’in yaşadığı hafiflik hissinin de kaynağını aslında bu son bulan eylemler oluşturuyor.

“Gittiğimiz yerde bedenlerimiz yok ki acısın, dedi Peter”

“Peki ya ruh, ruh acı duyuyor mu, diye sordu Johannes”

“Gittiğimiz yerde sen, ben yok, dedi Peter”

Johannes’i babasının doğumunda dilediği gibi büyüdüğünde balıkçı olarak görüyoruz. Balıkçılık hem mesleği hem de tutkusu olmuşken ölmeden önce son kez onu denizde görüyoruz. Yıllardır bir nevi evi olan denize de vedasını yapmış oluyor böylece. Kendisi gibi ölmüş olan Peter’le geçirdiği gün biterken aslında Johannes bu sabaha hiç uyanmamıştır. Okuduklarımız Johannes’in ölüme adım atışını, arkadaşı Peter’in de onu alıp ölülerin bildiği o âleme götürüşünü temsil ediyor.

“Deniz artık seni istemiyor, dedi, gözyaşlarını kurulayan Peter”

“Bir tek toprak kaldı geriye, dedi”

Sabahtan Akşama, önce bizi tatlı bir heyecan ve endişenin hâkim olduğu doğumun mucizesinde ağırlayıp daha sonrasında korkulana -ölüme- kapı aralıyor. Johannes’in ölümle tanışma sürecinde onunla birlikte zihninin derin sularında yol alırken kendi ölümümüzü de düşünmeden edemiyoruz. Zaman zaman sarsıcı hislerle baş başa kalsak da bizce kitap, ölümü kabullenmek ve onunla barışmak üzere elimizden tutuyor. Tıpkı Johannes ölürken onu yalnız bırakmayıp yol gösteren Peter gibi.

“Hâlâ yaşıyormuş gibi konuşuyorsun.”


Kaynakça:

spot_img

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

spot_img

Downtown Girl Estetiği: Şehrin Ruhunu Yansıtan Moda Akımı

Downtown Girl estetiği: Özgürlüğü takip edenlerin ve sonbaharın ruhuyla bağlananların temsilî.

Şirvanşahlar: Demir Kapı’nın Muhafızları

Şirvanşahlar Devleti, Azerbaycan ve Kafkasya’da yüzyıllar boyunca hüküm süren İranî ve Türk etkilerini harmanlayan köklü bir hanedanlık mirasıdır.

Enter the Void Film İncelemesi: Noé’nin Neon Tokyo’su

Tartışmalı yönetmen Gaspar Noé, Enter The Void ile izleyiciyi Tokyo’nun neon ışıkları ve dar sokakları arasında ruhsal bir yolculuğa çıkarır.

Aşk Zamanı Filmi: Hafızanın Yarattığı Geçmiş

Aşk Zamanı; hafızanın, deneyim ve arzular eşliğinde en baştan inşa ettiği geçmişin izini sürüyor. Toplumsal normların dayattığı yaşantının yeni özel alanlarını açığa çıkarıyor.

Ters Yüz Karakterleri Hangi Kitapları Önerirdi?

Riley'in duyguları, Ters Yüz ile ekranlara taşındı. İç dünyamıza rehberlik eden bu karakterlerin sizler için hazırladığı kitap listesini inceleyin!

KPop Demon Hunters Fırtınası: HUNTR/X ve Saja Boys

Müzik ve savaşı aynı hikâyede buluşturan Kpop Demon Hunters, 2025'e damgasını vururken izleyiciye hangi temel mesajı iletiyor?

“Cadılar Mutfağı” Tablo İncelemesi: Ötekileştirmenin Görsel Hafızası

Frans II Francken’in Cadılar Mutfağı tablosu, cadı avı döneminin toplumsal korkularını, kadınlık temsillerini ve şeytan imgelerini çarpıcı biçimde yansıtıyor.

Sonbahar Ruhunu İliklerimize Kadar İşleyen 13 Şarkı

Yazı geride bırakıp sonbaharın derinlerine inerken sonbahar havasını yansıtan 13 şarkıyı sizler için derledik!

Three Kilometres to the End of the World Film İncelemesi: Utanç

Three Kilometers to the End of the World, kayırmacı ilişkilerin ve zehirli bir ataerkil kültürün hakim olduğu bir toplumun klinik bir resmini çiziyor.

Bouquet of Sunflowers Tablosunu Anımsatan Şarkılar

Bu yazımızda sizlere ünlü empresyonist ressam Monet'nin "Bouquet of Sunflowers" tablosunun anımsattığı şarkıları derledik.

Editor Picks