Her hafta yeni bir kitabın içinde adımladığımız Söylenti Kitaplığında bu hafta Jack London‘ın “Kızıl Veba” eseri var!
“Her zaman küçük işaretlerin büyük şeyler anlattığına inanırsın.”
Jack London’ın asıl adı John Griffith Chaney‘dir. Babası tarafından terk edildikten sonra üvey babasından “London” soyadını almıştır. Eğitim hayatı sıkıntılı geçmiştir. Yaşamının belli dönemlerde eğitimine ara vermiş, bazı dönemlerinde de devam etmiştir. Biz ise onu bugün eserlerinden ve yaşamı boyunca yaptığı serüvenler ile tanıyoruz.
Doğa ve insanlık temaları London için daima dikkat çekici olmuştur. Örneğin Deniz Kurdu eserinde deniz yolculuğu yapan kişilerin ruh durumuna, o anki insanlığın ruhsal durumu aktarılmaya çalışılmıştır. Kızıl Veba için de bu yine söz konusudur. İnsanlığın vebadan ölmesiyle insanlık soyunun neredeyse kuruduğu anlatılır.
Medeniyet sonrası bu yeni dünyayı bizler Granser‘ın gözünden görmekteyiz. Kendisi yeryüzünde uygarlığı gören son kişidir, en azından kendisi öyle varsayar. Kızıl vebanın ardından yitirilen medeniyeti, eski ve alışageldiği yaşam biçimiyle mukayese eder. Kıyafetlerin değişimi, dildeki değişim veya yiyeceklerin çeşitliliği gibi konuları içinde doğmuş olduğu eski medeniyet ile kıyaslar.
Uygar zamanlarda kıyafetlerin ve yemeklerin çok çeşitte olduğunu anlatır. Bunun nedeni de çok fazla insanın yeryüzünde yaşıyor oluşuna bağlar. Dildeki kelimelerin basitleşmesini ise kendince eleştirir. Bu eleştirilerini Edwin, Hu-hu ve Tavşandudak isimlerindeki çocuklar üzerinde yapar. Zira ona göre bu çocuklar gitgide insanı insan yapan medeniyetten uzaklaşıyorlardır. Çocuklar, ilkel yaşam biçiminde ölülerin dişlerinden kolye yapmakta, deriden kıyafetler giymekte ve dili etkin biçimde kullanamamaktadırlar.
Dil konusunda ise zorlanan tek kişi Granser’dır. Çünkü o yitirilen uygarlığın son temsilcisi olarak ve bir akademisyen olarak dili yetkin biçimde kullanmaktadır. Onun eleştirisi ise vahşiye kaçan yeni yaşam biçimiyle sınırlı değildir. O, eski uygarlığın da bazı yönlerini eleştirmektedir. Örneğin, kapitalizm ideolojisini şöyle eleştirir:
“Bize yiyecek getirenlere özgür insanlar derdik, Ne şaka ama… Yöneten sınıflar olarak bizler bütün toprakların, bütün makinelerin, her şeyin sahibiydik. Yiyecek getirenlerse bizim kölelerimizdi. Ellerindeki bütün yiyecekleri kendimize alır, aç kalmayıp çalışarak bize yiyecek getirmeye devam etsinler diye onlara da azıcık bir şeyler verirdik…”
Granser aynı zamanda karamsardır da. Barutun tekrar keşfedileceğine dair inancı sonsuzdur. O, insanoğlunun kendi kendine mahvedeceğine inanır. Bu imge London’ın yaşamıyla bağlantılı olabilir. Zira kendisi zorlu bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Bir çocuk olarak London çelimsizliğinden ötürü bazı şeylerin aynı kalacağını, asla değişmeyeceğini varsaymış olabilir.
Her şeyin daima olduğu gibi süreceği düşüncesini şu cümlelerde anlatmıştır:
“Zaten her şey geçip gider. Geriye sadece kozmik güç ve madde kalır, onlar da ebediyen devam edecek, sonu gelmez bir akış içinde birbirleriyle itişip çekişecek o ölümsüz tipleri ortaya çıkarır: rahibi, askeri ve kralı.”
London için veba hastalığının seçiliş nedeni de onun yenilemez ya da çok zor yenilen bir hastalık olmasıdır. Çaresi olmayan ve tarihte de milyonları canından etmiş bir hastalık üzerinde umutsuzluğunu aktarması olağandır.
Vebanın çaresizliğini Zweig’ın “Kızıl” eserinde görmemiz tekrar mümkündür. İki usta yazar da vebanın çaresizliğini görmüşlerdir.