Her hafta başka sayfalarda gezinip, farklı dünyalara ulaşmamızı sağlayan Söylenti Kitaplığında bu hafta Barış Bıçakçı‘nın “Herkes Herkesle Dostmuş Gibi” adlı kitabı var!
Türk edebiyatının sevilen yazarlarından Barış Bıçakçı‘nın 2002 yılında yayımlanan ilk kitabı Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, bize birbirinden farklı pek çok minimalist hikâyenin kapısını aralıyor. Hikâyeler değişirken karakterler de durmadan değişiyor tabii. Bıçakçı ise bu noktada çoktan planını kurmuşçasına bu karakterler arasına sonraki kitaplarının kahramanlarını da ustalıkla gizliyor. Sayfalar arasında Veciz Sözler‘den Hasan ve Sulhi, Bizim Büyük Çaresizliğimiz‘den Ender ve Çetin, Sinek Isırıklarının Müellefi‘nden ise Nazlı ve Cemil habersizce bize selam veriyor.

Kitapta birçok farklı hikâyenin olduğundan bahsetmiştik. Bu farklı hikâyeler arasında geçiş yaparken karakterlerin zihinleri arasında da geçiş yapıyoruz. Her kafanın içinde bambaşka duygular ve düşünceler saklıyken zaman zaman bu hıza uyum sağlamakta da zorlanıyoruz. Ama farkında olmadan da bir noktada uyum sağlıyoruz çünkü kendimizden tanıdık bir şeyleri hemen görüyoruz. O sırada tek temennimiz uyumu yakalayamadan diğer hikâyeye geçmemiş olmak oluyor. Zira hızlı bir akışın içindeyiz, anlatacak ve bizim de farkına varacağımız daha birçok şey var.
Bıçakçı her ne kadar ilk kitabı da olsa anlatmak istediklerini zekice bir kurgulamayla birleştiriyor. Hikâyeler arasındaki geçişi kahramanları bir şekilde, onlar farkında bile olmadan birbirine dokundurarak yapıyor. Bu teknik aslında Virginia Woolf‘un Mrs. Dalloway kitabından tanıdık. Zaten Bıçakçı da ondan etkilenerek bu denemeyi yaptığını belirtiyor.
Aslında bu teknik öznenin de sürekli değişmesiyle bir çocuk oyunu olan elim sendeyi andırıyor. Tıpkı oyunda da olduğu gibi biri birine dokunuyor ve ebe artık o oluyor, ta ki o da başka birine dokunana kadar. Oyunun bir sonu olmadığı gibi hikâyelerin de bir sonu yok aslında, bizim durmak istediğimiz yere kadar ya da yorulduğumuz. Çünkü her gün birilerini görüp farkında olmadan hayatlarına bile dokunuyoruz belki de. Sadece odağımız ister istemez hep kendi zihnimizde, kendi hayatımızda oluyor ama baktığımızda birçok hikâyenin birbirine geçmiş halkalarının içindeyiz. Dediğimiz gibi sadece bazen oyundaki ebenin farkında değiliz.
“Benim üzerimde de böyle işaretler vardır mutlaka. Geçmiş yaşantılarımı, pişmanlıklarımı, tekrar eden bir makineye dönüştüğümü ve artık ispat etmekten, göstermekten, kanıtlamaktan, beni güzel gösterecek aynalar aramaktan yorulduğumu belirten işaretler. Göüyorlar mı bütün bunları, anlıyorlar mı, diye dikkatle bakıyorum insanlara. Ama o kadar çoklar ki, onları insan olarak göremiyorum! Onlar da beni göremiyorlardır. Şehir böcekleriyiz biz.”
Kitabın arka kapağında “Olaylar Ankara’da geçiyor, gerisi çorap söküğü gibi…” ifadesi yer alıyor. Bıçakçı diğer kitaplarında olduğu gibi ilk kitabında da mekân olarak Ankara’yı seçiyor. Karakterden diğer karaktere geçip olayları yakalamaya çalışırken aslında tüm Ankara’yı da köşe bucak gezme fırsatı veriyor bize. Kitap bu detayla kalplerinde Ankara için özel bir yer açmış olanlara kafalarında canlandırmaları için bir nevi açık adres veriyor. Kim bilir belki de Ankara’daki o sokaklar, caddeler kitaptaki karakterle ya da güldüğünüz bir olayla eşleşip hatırladığınızda yüzünüzde aniden bir tebessüm oluşturacaktır.
Bıçakçı, şehir insanının içinde boğulup gittiği küçük detaylardan çıkarıyor anlatacaklarını. Yan yana yürüdüğümüz onca kişiyle olan iletişimsizliğimizi, birbirimizi anlamak için çaba göstermeyişimizi, olup bitene olan kayıtsızlığımızı olağan bir akış içerisinde yüzümüze vuruyor. Bize kalansa sadece çevremizdeki olan bitene karşı gözümü daha da açmak oluyor. Bu farkındalıkla kendimizi her gün teğet geçtiğimiz insanların hikâyelerini düşünürken bulmak ise kaçınılmaz bir son haline geliyor.
Gelelim kitabın ismine. Zira sadece adı bile bizi derin düşüncelere sürükleyecek cinsten. Herkes herkesle dostmuş gibi… Aslında kitap boyunca insanların birbirinden haberinin olmadığından, yan yana öylece geçip gittiğimizi yüzümüze vurur. Peki o halde bu insan ihtiyacı neden? Neden dost değilsek bile dostmuşuz gibi? Okuduğumuz iç içe geçmiş hikâyeler ışığında bu sorulara farklı farklı cevaplar verebiliriz. Hatırlanmak için, yaşamış olmak için, değerli olduğunu bir sözde ya da bir bakışta hissetmek için, birilerine bir şeyleri göstermek için… Liste daha uzar gider ama en basitinden anlatmak için bile birilerine ihtiyacımız var. Öyle ki çevremizde kimse olmadığında kendi kendimize bile konuşup bu ihtiyacı gidermeye çalışırız. Tıpkı Yusuf gibi, o da dinleyecek kimse bulamayınca ailesiyle ilgili kendi kendine yakınır. Hatta dokuz yaşındaki baldızının çocuğunun da tuvalette kendi kendine konuştuğu bilgisine yine onun zihninden ulaşırız. “Ne zaman yalnız kalsa konuşmaya başlıyor, bir şeyler anlatıyor. Onu da çok yalnız bıraktılar.” diyerek kendine –kalabalık içindeki yalnızlığına– benzetir.
“Konuşuyordu Derya. Herkes herkesle dostmuş gibi, değilse de hemen olabilirmiş gibi bütün engelleri bir hamlede aşarak, ama bunun için gerilecek bir mesafe olmalı, tabii bir de spor ayakkabılar, mümkünse eşofman, sağlıklı beslenme…”
Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, kurgudaki sıra dışılık ve sürükleyicilikle bizi alıp götürüyor. Aynı zamanda sizi aldığı noktaya geri bırakma sözünü de veriyor. Geri bıraktığı noktada kitap bitse de zihninizde yeni bir yolculuk sizi bekliyor. Bu yolculuğun süresi ise tamamen sizin elinizde.
Kaynakça:
- Bıçakçı, Barış. Herkes Herkesle Dostmuş Gibi. İstanbul: İletişim Yayınları, 2022.
- Eliuz, Ülkü. “Bütün Kapıları Ankara’ya Açılan Yazar: Barış Bıçakçı”. Ankara Araştırmaları Dergisi 2017, 5(1), s. 131-138.


