Söylenti Edebiyat editörleri olarak her ay hangi sayfaların arasında gezindiğimizi, hangi kitabın dünyasına daldığımızı mercek altına aldığımız serimizin eylül ayı listesi ile karşınızdayız!
Sena Yiğit‘in önerisi;
1. Hayatı Yürümek – David Le Breton
“Patikalara ya da yollara düşen erkek ya da kadın artık aynı kişi değildir, kendinin daha mutlu versiyonuyla tanışmak için eski işaret noktalarından kendini silmiştir, kimliğinden ileri gelen onu sayısı sorumluluğun içine hapseden zorlamalardan bir süreliğine vazgeçer.”
Hayatı Yürümek, antropolog ve sosyolog yazar David Le Breton tarafından kaleme alınan ve yazarın yürümek hakkında kaleme aldığı üçüncü kitap. Yıllar önce Yürümeye Övgü adlı kitabını okuyarak yazarın eşsiz anlatımını ve yürümenin incelikli yanlarını keşfetmiştim. Hayatı Yürümek de benzer bir temaya sahip. Yazar, o kadar dingin bir okuma sunuyor ki, satır aralarında hem yazarın hem de atıf yaptığı diğer yazarların yürümek üzerine sözleri bizleri de benzer bir maceraya ortak ediyor.
Kitap, isminin hakkını verircesine hem hayat hem yürümek üzerine sarf edilmiş sözleriyle, felsefi olmasının yanı sıra edebî bir keyif de sunuyor. Yürümenin bu kadar betimlenebilir olması okura bambaşka bir bakış açısı kazandırıyor. Yürümek eylemini hayatı ve kişinin kendini keşfetme serüveni olarak tanımlayan yazar, modern hayatın üzerimizde kurduğu tahakkümü de irdelemeden edemiyor. Yürümenin felsefesini, tarihini, sosyolojisini hatta psikolojisini inceleyen yazar, başka coğrafyalardan ve kültürlerden de faydalanıyor. Sadece fiziksel bir aktiviteden öte zihnimizde de yürünmedik yol bırakmıyor bu eşsiz satırlar…
Bu ay sadece bir kitabı değil, aynı zamanda kitabın vurguladığı gibi yürümeyi de öneriyor; hayatın içindeki satırları adımlamayı ihmal etmemeyi tavsiye ediyorum.
Cemre Kayra‘nın önerisi;
2. Böcekleri Seven Kadın – Selja Ahava

“Her gün yaratılıştaki en küçük canlıların yollarını inceleyip onların ihtiyaçlarını anlamaya çalışsam da içimin ne kadar sessizleştiğini, kendi yönümü ne kadar az anladığımı fark ettiğimde kederleniyordum. Gerçekten kimse bana bakmıyor muydu, sesimi özleyen yok muydu?” (s.143)
Böcekleri Seven Kadın, Finlandiyalı yazar Selja Ahava‘nın kaleme aldığı kadınların toplum içindeki görünmez mücadelesini tarihsel bir biyografi tadında işleyen etkileyici bir roman. Kitapta doğa tarihine damgasını vuran Maria Sibylla Merian’ın hayatına tanıklık ediyoruz. Bu hiçbir zaman tam anlamıyla sevilmeyen bir evlat, eş ya da anne olamayan ama tüm bu eksiklikleri böceklere duyduğu tutkuyla telafi etmeye çalışan bir kadının hikâyesi.
Maria’nın ilgisi, kelebeğin gösterişli güzelliğinden çok koza içindeki görünmez dönüşümde gizleniyor. Larvaların ipek örüşünden kozanın karanlığında geçen zamana kadar her ayrıntıya hayranlıkla yaklaşıyor. Ancak bilimsel merakıyla bu alanı keşfetmeye çalıştığı dönemde, kadınların çoğu kez “cadı” olarak damgalandığı düşünüldüğünde, bu tutku bir tür başkaldırıya dönüşüyor. Ahava, romanında bir hayat öyküsü sunmasının yanı sıra toplumun beklentileri ile bireysel tutkular arasındaki çatışmayı, özellikle de kadın olmanın yükünü çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Maria’nın kendini yalnızca böceklerine adayışı hem trajik hem de büyüleyici bir portre çiziyor.
Böcekleri Seven Kadın, yalnızca biyoloji ya da doğa meraklılarının değil kadınların tarih boyunca verdikleri mücadeleyi anlamak isteyenlerin de severek okuyacağı bir eser. Ahava’nın sade ama etkileyici anlatımı, kitabı bir biyografi romanından çok daha fazlası hâline getiriyor: Kadınların bastırılmış hayatlarına, yarım kalmış hayallerine açılan bir pencere.
Eğer bilim ve doğa merakının kadınlık hikâyesiyle nasıl iç içe geçtiğini görmek isterseniz, Böcekleri Seven Kadın‘a mutlaka şans vermelisiniz.
Guşef Alhas‘ın önerisi;
3. Bağımlılık – Tove Ditlevsen

“Dışarıdaki dünya insafsız ve karmakarışık ve ona karşı gücümüz yetmediğinden, ondan kaçınmayı yeğliyoruz.” (s.53)
Geçtiğimiz aylarda Kopenhag Üçlemesi‘nin ilk iki kitabını da yine bu serimizin iki farklı yazısında incelemiştim ve bugün serinin son kitabı olan Bağımlılık ile karşınızdayım. Serinin sonuna gelmek, beni yolculuğa erken son vermişim gibi hissettirdi, sanki ben olması gerekenden çok erken inmişim gibi. Kitabın ilk sayfasında, yazarın hayatının aktarıldığı yerde, serinin 1967 – 1971 yılları arasında yazıldığı bilgisine sahip oluyoruz. Ditlevsen ise 1976 yılında hayatına son veriyor. İşte bu, arada geçen beş yıl içerisinde neler yaşandığını ve hayatın Ditlevsen‘i nasıl o ana sürüklediğini bilmemek bana bu hissi verdi.
Gençlik yıllarında verilen mücadele dolu bir hayatın, çok daha farklı mücadelelerle Ditlevsen’in karşısına çıkmasına şahit oluyoruz. Yazarlık ve şairlik yolculuğunda emin adımlarla ilerleyen yazar, o şekilde hayatını idame ettirebilecek duruma kadar ilerleyebiliyor. Bu sıralarda girdiği ortamlarda tanıştığı erkeklerle farklı zaman dilimlerinde hayatını birleştiren Ditlevsen, bir anne olarak hem hayatla hem de geçinme derdi ile savaşmak zorunda kalıyor. Her şeyin daha rahat ilerlediği bir noktada hayatına giren bir erkeğin psikolojik rahatsızlığına kurban olması ise hayatını tamamen değiştiriyor. Hiç beklenmedik bir anda, her şeyin kelimelerle aslında etkileyici bir anlatım sunmasına odaklanmış keyifli bir şekilde kitabı okurken işlerin keyifli gitmediğini yazar gibi biz de sonradan anlıyoruz.
Tove Ditlevsen, kadın olmayı, anne olmayı, hayatla verilen mücadeleyi, bağımlılıklara rağmen hayatta sağlam durabilmeyi ve aşkı oldukça içten bir şekilde kaleme alıyor.
Sinem Aykın‘ın önerisi;
4. Bekle Beni – Zülfü Livaneli

“İlk defa göz göze gelmişlerdi; sanki birbirlerini hiç konuşmadan tanımış, gizli bir ilişki kurmuş gibilerdi, bir sırra ortak olmuşlardı. Sevdanın temelinde belki de bu vardı: seçilmiş olmak, ayrıştırılmış olmak. Diğer insanlardan ayrı olarak sana bakılması, senin benimsemen, senin tercih edilmen ve bir sırrın ortağı olmak… İşte bu, sevdanın ilk adımı değil miydi?” (s.16-17)
Zülfü Livaneli‘nin en yeni kitabı Bekle Beni, 23 Eylül’de Can Yayınları tarafından okurlarla buluştu. Bir direniş, aşk ve özgürlük hikâyesini konu alan Bekle Beni, Türkiye’nin siyasi olarak çalkantılı olduğu 1960-1970 yıllarında geçiyor. Selim, lisenin eskimiş ahşap kokan koridorlarında gördüğü Leyla‘ya görür görmez aşık oluyor. Bir süre sonra Selim, Leyla’ya aşkını itiraf etmek istese de hem Leyla’nın albay kızı olması hem de aşkına karşılık bulamayacağı korkusuyla bir türlü açılamıyor ve en sonunda bir mektupla hislerini anlatıyor. Bu, onun Leyla’ya yazdığı ilk mektup olacak ancak son olmayacaktır. O mektubun ardından bir süre sonra evlenen Leyla ve Selim mutlu bir evlilik yaşayacaklarını düşünse de siyasi darbenin patlak vermesiyle bu mutlulukları yarım kalıyor ve Selim, o dönemde yazdıkları yüzünden hapse giriyor. Aşıkların arasındaki mektuplaşma burada da devam ediyor. İki aşık da mektuplarında birbirlerine sürekli “çok iyiyim,” mesajı veriyor ancak gerçekte her şey çok daha farklı. Selim, arkadaşlarının gördüğü işkenceye şahit oluyor, hapishanenin zorlu koşullarında yaşamını devam ettirmeye çalışıyor; Leyla ise siyasi bir mahkumun eşi olmanın zorluklarını her alanda görüyor. Bakkalda, pazarda, yolda yürürken bir suçlunun eşi olduğu için alaycı gözlerle bakılıyor. Bunlara rağmen Selim ve Leyla birbirlerine duyduğu büyük aşk nedeniyle birbirlerine en ufak olumsuz bir şey yazmıyor, aksine satırlarından mutluluk yansıyor. Aşk, onların mektuplarında adeta direnişin en saf sembolü haline geliyor.
Bekle Beni, akıcı dili ve olayların gelişme hızıyla beni hemen içine çekmesine rağmen Selim‘in kendi hesaplaşmaları ve düşüncelerini okurken bir yerden sonra bu bölüm daha kısa tutulmalıydı diye düşünüyorum. Özellikle Leyla‘yla tanışma ve birbirlerine açılma kısmını daha uzun ve ayrıntılı okumak, bu aşkın nasıl bu denli filizlendiğini ve tutkuya dönüştüğünü görmek isterdim. Ama özellikle Leyla ve Selim’in mektuplarda birbirlerine sıkıntılarını belli etmemesi, uzakta olsalar ve kavuşmaları belirsiz olsa bile saf bir aşkla birbirlerine bağlı olmaları kalbimde ince bir sızı yarattı. Türkiye’nin o dönem içinde olduğu siyasi durumu ve hapishane ortamını Livaneli’nin kaleminden okumak oldukça düşündürücü ve sarsıcıydı. Eğer uzun zamandır kitap okuyamıyor ve odaklanamıyorsanız Bekle Beni sizi bu dertten kurtaracak; hem nostaljik bir aşkın kollarına bırakacak hem de ruhsal ve bedensel varlığınızı sorgulatacak türden bir eser.
Öykü Karaderili’nin önerisi;
5. Rosemary’nin Bebeği – Ira Levin

“Yaşlandığınız zaman dünyamızda iyilik denilen şeyin pek az olduğunu anlayacaksınız.” (s.55)
Ira Levin’in kaleme alınan ve Roman Polanski tarafından aynı isimle beyazperdeye uyarlanan Rosemary’nin Bebeği, okuru olağanüstü ögelerin olduğu bir daireye konuk ediyor. Gerilim konusunda başarılı olan roman doğaüstü bir korku hikâyesinden çok daha fazlası.
Kitap -artık klişe kabul edilse de- normal bir çift olarak tanımlanan Rosemary ve Guy’ın New York’ta taşındıkları yeni daireleriyle başlıyor. Biliriz ki bu yeni başlangıçlar filmlerde de kitaplarda da kötülüğün, uğursuzluğun habercisiydi. Öyle ki hemen hayırlı olsuna gelen komşular da bunun başında geliyor. Buradaki normal ama anormal derecede yardımsever görünen komşular da: Minnie ve Roman Castevet. Bu çift giderek ilgilerini genç çifte yöneltiyor. İlk başlarda bu ilgi normal gözükse de Rosemary’i rahatsız etmeye başlıyor özellikle de hamile olduğunu öğrendikten sonra. Onun aksine eşi Guy ise durumundan hoşnut görünüyor. Özellikle aktör olan Guy’ın önü hiç beklemediği bir şekilde açılıyor. Böylece eşinin rahatlığı ve giderek üzerindeki manipülasyonun arttığını fark eden Rosemary’nin sık sık kendine ve çevresine karşı güveninin sarsıldığına, sorgulamalarına şahit oluyoruz.
Castevet çifti gerilimi tüm kitap boyunca taşıyor. Ustaca kaleme alınmış bu çift her hareketleriyle hem okuyucuyu hem de Rosemary’i şüphelendirecek eylemlerde bulunuyor. Okuyucu etkin rol oynamasa bile bütün gerginliği Rosemary ile paylaşıyor. Onun Guy’a kızdığı gibi kızıyor. Kitaba sadece doğaüstü ögeler var diye önyargıyla yaklaşmak haksızlık olacaktı çünkü bir karakterin psikolojik kırılmalarına da yakından bakmanızı sağlıyor. Yazar, insan ilişkilerinin güvenilmezliğini Castevetler ile okuyucuya bir kez daha hatırlatıyor. Başarılı bir gerilim romanı okumak isterseniz kesinlikle rafınızda yerini almalı, özellikle de Cadılar Bayramı yaklaşırken.
İclal Yaka‘nın önerisi;
6. Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan – Ágota Kristóf

“Eve dönerken, bisküvileri, çikolatayı, elmaları ve parayı yolun kenarındaki uzun çalılıkların arasına atıyoruz. Saçlarımızdaki okşayışı atmak mümkün değil.” (s. 30)
Ágota Kristóf’un en bilinen ve en etkileyici eserlerini barındıran üçlemesi Büyük Defter, Kanıt ve Üçüncü Yalan olmak üzere üç ayrı kitaptan oluşuyor. Üçlemenin ilgi çekici özelliği ise planlanarak yazılmamış olması. Kristóf, 1986 yılında ilk kitabı Büyük Defter’i yazdıktan sonra kitabın başkarakterleri olan ikizleri zihninden çıkaramadığını ve onlardan başka bir şey düşünüp de yazamadığını ifade ediyor. Böylece sonrasında Kanıt (1988) ve Üçüncü Yalan (1991) da okuyucularla buluşuyor. Kristóf’un karakterlerle zihnindeki bu mücadelesi bana kalırsa esere o kadar iyi yansımış ki tüm sadeliğine rağmen yansıtılmaya çalışılan derin duygular tüm sarsıcılığıyla etrafımızı sarıyor.
Büyük Defter, büyük şehirdeki savaş ve yoksulluk sebebiyle anneleri tarafından küçük şehirdeki anneannelerine emanet edilmiş henüz isimlerini bilmediğimiz ikizlerin hikâyesini anlatıyor. İkizler, bilmedikleri yeni bir hayatta, yine hiç tanımadıkları ve onlara çok yabancı olan anneannelerinin yanında birbirlerine tutunarak hayatı anlamaya çalışıyorlar. Aynı zamanda ikizler, Kristóf ve kardeşi Jeno’nun çocukluğundaki anılardan esinlenilerek ortaya çıkmış. Belki de bu yüzden okurken tam olarak bir çocuk zihninin içine sürükleniyoruz.
Kanıt ve Üçüncü Yalan’a geçtiğimizde ise hikâye doğrusal düzlemini terk ediyor, bizi ters köşeleriyle baş başa bırakıyor. Kitabın sonuna geldiğimizdeyse gerçek ile hayalin birbirine karıştığı noktada bireyin kendisinin şekillendirdiği hafızanın en derinlerine iniyoruz.
Ágota Kristóf üçlemesinde savaşın bireylerin ruhunda açtığı yıkımı gözler önüne sererken göçmenlik, kimlik ve unutmak temalarına da değiniyor. İkizlerin çocukluğundan başlayan anlatısında gerçekler tüm ürkütücülüğüyle okuyucuya yansıyor. Kan donduran detaylarıyla okurken hissettirdiği rahatsızlığa karşın sürükleyiciliği ve yalın anlatımıyla da okuyucuyu hikâyenin bir o kadar içine çekiyor.



