Söylenti Edebiyat Editörleri Bu Ay Neler Okudu?

Editör:
Guşef Alhas
spot_img

Söylenti Edebiyat editörleri olarak her ay neler okuduğumuzu, nelerin altını çizdiğimizi yakından incelediğimiz serimizin mayıs ayı listesi ile karşınızdayız!

Guşef Alhas‘ın Önerileri; 

1. Gençlik – Tove Ditlevsen

“Gözümün önüne çocukluğumdan bir hayalet geliyor: istikrarlı bir vasıflı işçi. Hoşuma gitmeyen vasıflı işçi değil, geleceğin parlak hayallerinin önüne geçen ‘istikrarlı’ kelimesi. Yağmur bulutları gibi, neşeli güneş ışınlarının süzülüp geçemediği kadar gri.” (s.13)

Serimizin geçtiğimiz ay yayımlanan yazısında ilk kitabı “Çocukluk“u ele aldığım Kopenhag Üçlemesi’nin ikinci kitabı Gençlik, yazar ve şair Tove Ditlevsen‘in isminden de anlaşılacağı gibi gençlik yıllarını merkeze alıyor. Çocukluk kitabında daha çok yaşadığı bölgenin sorunlarına ve ailevi sorunlara değindiğinden bahsetmiştim. Serinin bu kitabında ise çoğunlukla Ditlevsen’in hayalleri için attığı adımlara şahit oluyoruz. Hayatla olan mücadelesi tabii ki sona ermiyor hatta daha da artıyor fakat yazarın bu engeller karşısında hayallerinden kopmaması ve her adımını hayallerine göre atması kitabı daha anlamlı hâle getiriyor.

Siyasi atmosferin çalkantılı süreçlerinin hız kesmeden devam ettiği yıllarda hem kendi kendine ayakta durma çabası hem de ülkenin içinde bulunduğu durumda on sekiz yirmili yaşlarında bir kadının var olmaya çalışması, tüm gerçekliğiyle ele alınıyor. Bu engebeli yolların yanı sıra aile hayatında da kendini ispat etmeye çalışma mücadelesi de ekleniyor Ditlevsen‘in üzerine. Her türlü baskının altında hem arkadaşlık ilişkilerini hem iş hayatını hem de şairlik serüvenini devam ettirmeye çalışıyor.

Kitapta şairlik serüveninin üzerine daha yoğun bir şekilde eğilen yazar, en büyük hayalinin bir gün şair olarak anılmak olduğunu, serinin ilk kitabında da belirtiyordu. Gençlik kitabında da bu yolculuğun bir de yayınevlerinin engelleriyle uğraşmak olduğunu görüyoruz. Doğru kişileri bulmak, bulduktan sonra iletişime geçebilmek, iletişimin sonunda neler olduğu hakkında net ve anlaşılır cümleler kurmayı tercih ediyor yazar. Kitabın sonunda bizi ilk şiir derlemesi kitabı ile tanıştırıyor: Kız Ruhu. Kopenhag Üçlemesi’nin son kitabı olan Bağımlılık‘ta bu şairliğe atılan ilk adımdan sonrasının nasıl işleneceği büyük bir merak konusu benim için.

2. Latife Tekin Kitabı – Söyleşi: Pelin Özer

“Kendine ait bir oda yetmez, o odanın içinde sarsıcı bir şey yaratmak gerekir.” (s.108)

Pelin Özer tarafından gerçekleştirilen Lafite Tekin söyleşisinin kitap haline gelmesiyle ortaya çıkan Latife Tekin Kitabı, yazarın kendi hayatının arka planına odaklanırken eserlerin de bu hayat yolculuğunda hangi noktada durduğuna, nasıl ortaya çıktığına odaklanıyor. Latife Tekin’in ailesi ile olan mutlu ilişkisine, yaşadıkları zorluklara, siyasi süreç içerisinde ortaya çıkan sorunlara ve Tekin’in bu sorunlar içerisinde yazar olabilme mücadelesini görüyoruz. Aslında işin mücadele kısmı ailesel ya da çevresel olmaktan ziyade dönemin siyasi atmosferinin izin vermemesi ile şekilleniyor. Oysa Latife Tekin siyasi noktalara değinmeden, işçilerin sesini duymadan, yoksulluğun dilini eserlerine aktarmadan eserler kaleme alsaydı belki de roman yazma süreci çok daha basit ilerler ve mücadele vermeden bir yazar olarak anılabilirdi.

Latife Tekin Kitabı alışkın olduğumuz söyleşilerden ziyade Latife Tekin’in otobiyografisini kaleme alması gibi biçimlendirilmiş. Soru cevaplardan ziyade başlıklandırmalar üzerinden okuyoruz kitabı. Sevgili Arsız Ölüm, Berci Kristin Çöp Masalları, Gece Dersleri, Ormanda Ölüm Yokmuş ve daha birçok eserin fikir aşaması kısmından yayımlanma sürecine hatta Latife Tekin’in kulağına giden okur eleştirilerine kadar her şeyine hâkim oluyoruz. Tekin’in hangi eserini ne düşünerek kaleme aldığını, eseri ortaya koyma fikrinin nereden geldiğini, yazma sürecinde nerelerden faydalandığını oldukça içten bir dille aktarıyor Tekin, Özer’e.

3. Emanet Çocuk – Claire Keegan

“… utancın ve sırların barınmadığı bu yerin, şimdilik, yuvam olmasını diliyorum.” (s.24)

Çağdaş İrlanda edebiyatının gözde isimlerden biri olan Claire Keegan, kendine has dili ve üslubuyla bir çocuğun gözünden İrlanda’yı kaleme alırken diğer taraftan da çocuğun içsel dünyasını aktarıyor. Kitap kahramanının daha önce deneyimlemediği ev ve aile kavramlarını, geçici bir süre kaldığı ailenin evinde deneyimleme fırsatı buluyor. Bir köyden İrlanda’nın kırsallarına giden kız çocuğunun doğa ile geçirdiği muhteşem zaman, zihninde öyle bir yoğunlukta yaşanıyor ki, oradan ayrılmak deyim yerindeyse ölüm gibi bir şeye dönüşüyor.

Keegan‘ın pastoral hayatı tasvirleri ve daha önceki kitabı Böyle Küçük Şeyler‘de de gördüğümüz gibi sade ama bir o kadar da akıcı dili sayesinde eserleri farklı boyutlar kazanıyor. Bir sayfada kendimizi İrlanda’nın bir kasabasında yeşillerin arasında dolandığımızı hayal edebiliyorken diğer sayfada kız çocuğunun zihnindeki kavramların çatışmasına ansızın dahil olabiliyoruz. Kısa ama dokunaklı novella’larla anlatılmak isteneni uzun yollara başvurmadan net ve akılda kalıcı bir şekilde kaleme almayı seviyor Keegan. Belki de bu sebeple sayfalar arasında geçişimiz duygusal olarak daha hızlı ve etkili bir şekilde gerçekleşiyor.

Sena Yiğit‘in Önerileri;

4. Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu – Salâh Birsel

“Unutulmaması gereken şey şudur: Kahveler tarihi, bir yerde, edebiyat tarihinden başka bir şey değildir. Bir başka deyişle bu kitap bir edebiyat kuşağının tarihidir.” (s.7)

Geçen ay Salâh Birsel’den Kahveler Kitabı’nı okumuştum. Bu ay Salâh Bey Tarihi olarak adlandırılan serinin ikinci kitabı olan Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu ile devam ettim. Yazarın da dediği üzere bu kitap Beyoğlu’nu anlatır ve ismini de 1870 yılında meydana gelen Büyük Beyoğlu Yangını ardından çıkan bir şarkıdan alır. Kitap, Beyoğlu semtinin kısa bir tasviri ve zaman içerisindeki değişimini anlatarak başlar. Ardından ilk kitapta da olduğu gibi 1800’lü yılların İstiklal’inde dolaşmaya başlar, kahvehaneleri gezeriz. Bu kahvehanelerin nasıl mekânlar oldukları, müşteri potansiyelleri gibi detaylar dönemin yazarlarının anlatımlarından aktarılarak okuyucu ile buluşturulur. Yazarların bu mekânlarda nasıl vakit geçirdikleri, birbirleri ile olan edebî tartışmaları veyahut sohbetleri de aktarır. Namık Kemal’den Şinasi’ye, Sait Faik’ten Orhan Veli’ye, edebiyat ile ilgilenen herkesin isimlerini duyduğu duymadığı pek çok edebiyatçı bu mekânlardan geçmiştir. Aralarında yaşanan münakaşalar, diyaloglar ve edebiyat gelişmelerini Salâh Birsel çok güzel bir şekilde anlatır. Nisuaz ve Markiz gibi mekânlar adeta bu yazarlar sayesinde birer edebiyat fakültesine dönüşür. Kitabı okuduktan sonra Beyoğlu’na gitmek, hem İstiklal Caddesi’ni hem de ara sokakları arşınlamak ayrı bir keyif verir. Günümüzde yerinde yeller esen fakat o zamanın caddeye bakan mekânlarında gözümüz şairleri ve yazarları arar. Sanki yanlarımızdan geçen insanların içinde bu yazarlar da varmış gibi hayale dalmaktan geri duramayız.

5. Parasız Yatılı – Füruzan

“Duygularımızdan, sevgimizden utanır olduk. Sevgisizliği savunmayı aklı yüceltmek sandık.” (s.14)

Füruzan, bundan yaklaşık altı yıl önce Edebiyat Fakültesi’nde öğrenci olduğum dönemde söyleşiye gelmişti. Söyleşi sırasında Parasız Yatılı öykü kitabı hakkında söyledikleri çok ilgimi çekmişti. Bahsettiğine göre ilk yazdığı öykü kitabı olan Parasız Yatılı’yı hiç kimseye okutmadan doğrudan yayınevine göndermişti. Bununla birlikte yayınevi tarafından daha ilk gönderişinde kabul edilip basılmıştı. İki husus da oldukça dikkat çekiciydi. Zira bazı yazarların eserlerini bastırmak için türlü zahmetlere girdiğini yine de başarılı olamadıklarını, aradan zaman geçtikten sonra kıymet gördüklerini biliyoruz. Oğuz Atay belki de bu durumda akla gelen ilk yazarlardandır. Hem ilk yazdığı öyküleri kimseye okutmadan yayınevine gönderebilmesindeki cesaret ve özgüveni; hem de ilk gönderişinde yayınevinden kabul alıp yayımlatabilmesi çok büyük şeylerdi kuşkusuz… Öyle ki, 1972 yılında Sait Faik Öykü Ödülü’ne de layık görülmüştü.

Kitap toplam on iki öyküden oluşmaktadır, ismini Parasız Yatılı öyküsünden almaktadır. Parasız Yatılı için hüzünlü bir kitap diyebiliriz zira kitabın genelinde okuyucuyu buruklaştıran bir yön vardır. İlk öyküler biraz okunması karışık ve okuru kitabın içine çekmeyi başaramayan bir his bıraksa da bilhassa Su Ustası Miraç adlı öykü ve sonrasında ivme kazandığını söylemek mümkün. Kitaptaki öykülerin ana temasını tek kelime ile anlatsak bu kesinlikle yoksulluk olurdu. Yazar hayatın içinden kişi ve durumlarla yoksulluğu okura hissettirmeyi çok net bir biçimde başarmaktadır. Bunların yanı sıra kitabı okuyup hakkında araştırma yaparken dikkatimi çeken en önemli unsurlardan biri de öykülerin gerçekte parasız yatılı okuyan kişilerce daha çok okunup onlarda farklı bir etki yaratmasıydı.

6. Kösem Sultan – Reşad Ekrem Koçu

“17. yüzyıl başlarının büyük İstanbul’u bir peri masalı şehri gibiydi. Pembe bulutlu ve açık menekşe renkli bir gökyüzü ve menekşe ve gül renginde hareli bir deniz… Üsküdar yakasındaki evlerin camları, güneşin son ışığını aksettirmiş, ağaçların arasında parıl parıldı. Minareler, kubbeler, minare ve kubbelerin üstünde parlayan altın alemler… Top top ağaç kümeleri… Saraylar… Deniz kıyısı boyunca uzanan beyaz bir şerit halindeki kale duvarları, iskeleler, iskelelerde gemiler… Gemi direkleri, yelkenleri… Denizin üstünde sayısız kayıklar.” (s.70)

Kösem Sultan, Reşad Ekrem Koçu tarafından kaleme alınan tarihi bir romandır. Yazar diğer eserlerinde de yaptığı gibi tarihi olayları romanlaştırarak okura aktarırken keyifli ve merak uyandırıcı bir üslup tercih eder. Roman, Değirmenlik adasında geçer. Anne ve babasını küçük yaşta kaybeden Afro, kilisenin zangocu himayesinde yaşamakta, onu babası bilmektedir. 15 yaşına geldiğinde adadaki gençlerin kalbini fetheden bir kız olur. Adanın zenginlerinden bir zeytinci, çirkin ve yaşlı oğluna Afro’yu almak ister ve zangocu mal mülk vaat ederek ikna eder. Bunu öğrenen Afro, aşığı olduğunu duyduğu Yeniçeri Ali ile kaçmaya karar verir. Kaçtıktan sonra tekneleri fırtınaya yakalanınca Afro’yu bir gemi bulur. Geminin kaptanı Hüsam Ağa onu iyileştirir ve ölen kızı yerine koyar. Böylece Müslüman olan Afro, Hatice adını alır. İstanbul’a vardıklarında evin hanımı tarafından da kabul edilir ve yeni hayatına başlar. Fakat bu hayat uzun sürmez, bir gün evin hanımının saraya çağrılırken yanında Hatice’yi de götürmesi her şeyi değiştirir. Tam bu esnada ölüm döşeğinde olan padişah ölmüş, yerine I. Ahmet tahta çıkmaya hazırlanmaktadır. Tesadüfen karşılaştığı Hatice’ye aşık olan Sultan I. Ahmet, ilk iş onunla evlenir. Böylece hayata gözlerini Afro olarak açan genç kız, Osmanlı sarayına Hatice Mahpeyker Sultan olur. Sultan Ahmet kendisine Kösem diye hitap ettiği için ise daha çok bu adla anılır. Roman kalın bir hacme sahip olmasına rağmen oldukça akıcıdır. Dönemin toplumsal ve siyasi olaylarına değinmesine rağmen merkezde Kösem Sultan ve hayatı vardır.

Öykü Karaderili’nin Önerileri;

7. Yatak Odasında Felsefe – Marquis de Sade

“Yapılan bir iyilikten daha fazla yük olamaz. Ortası hiç yoktur: ya karşılığı verilmelidir ya da aşağılanmış olunur. Gururlu ruhlar iyiliğin ağırlığı altında kendilerini kötü hissederler: Onların üzerine iyiliğin ağırlığı öyle şiddetle çöker ki, iyilik yapandan nefret ederler yalnızca.” (s.109)

Sadizmin babası olarak tanına Marquis de Sade, hayatı gibi yazdıkları da bir o kadar olaylı demek doğru olur. Özellikle hayatının bir kısmını hapishanede ve akıl hastanesinde geçiren yazar, günlerini geçirmek adına eserlerini kaleme alır. Yatak Odasında Felsefe de bunlardan biri. Tüm dillere çevrilen ve birçok kez de sinemaya uyarlanan eser, yazarın başyapıtı olarak adlandırılıyor. Kitap Eugenie adındaki genç bir kıza teorik ve pratik olarak verilen libertenlik eğitimini anlatıyor. Diyaloglardan meydana gelen eser, eylemlere de kısa birer cümle ile yer veriyor. Yazar düşüncelerini kahramanlar ve onların eylemleri üzerinden aktarıyor. Doğallığı savunurken döneminin fikirlerine de karşı çıkar bunu da cinsellikle birlikte anlatıyor. İlk bakışta kitap erotizm üzerine kurulu olduğu düşünülse de asıl yapmak istediği toplum, dönem ve ahlak eleştirisidir. Kitap bu yönüyle düşünülerek okunduğunda üstüne oturup düşünülecek bir eser haline geliyor. “En mahrem yerde bile yapılabilecek felsefi konuşmalar…” diyebileceğim bir eser oldu.

8. Kırmızı Saçlı Kadın – Orhan Pamuk

“Uzun bir süre kimseyle konuşmadım; içime döndüm. Dünya ile arama uzaklık koydum. Dünya güzeldi, içim de güzel olsun istedim.” (s.89)

Nobel ödüllü Orhan Pamuk’tan okuduğum ilk kitap olan Kırmızı Saçlı Kadın, baba sorununu merkeze alıyor. Cem adındaki gencin, bir gün babasının dönmemek üzere ortadan kaybolmasıyla hayatı değişiyor. Bu değişim önce yaşadığı yer sonra ise ruhsal olarak başlıyor. Dershane masraflarını ödeyebilmek için para kazanmaya çalışan Cem için bir dönüm noktası da kuyu kazan Mahmut Usta ile tanışması olacaktır. Mitolojik öğelere çokça atıfta bulunan kitap özellikle Freud’un üç başyapıt olarak saydığı kitaplardan olan Kral Oidipus üzerinden ilerliyor. Kral Oidipus’tan sonra Hamlet ve Karamazov Kardeşler’i ekleyen Freud, hepsinin ortak bir noktasını vurguluyor: baba katliamı. Kızıl Saçlı Kadın da bu eserlerin yerli versiyonu olabilir diyebiliriz. Bu yönüyle okurken benzerlikleri ve atıfları görmek keyifli oldu. Olayların hızlı ilerleyişi ise kitaba sürekli devam etmemi sağladı, yazarla tanışmam için güzel bir seçimdi. 

9. San Sebastian’da Hüzün – Ingvar Ambjørnsen

“Beş yaşındaki bir kız çocuğu tarafından reddedilmek neden otuz yaşındaki bir kadın tarafından kapı dışı edilmekten on defa daha ağır geliyor insana?” (s.9)

Keşfetmemiz gereken yazarlar serimizin ilk yazarı Ingvar Ambjørnsen’den San Sebastian’da Hüzün bu ayki okuduğum kitaplar arasındaydı. 1989’da yayımlanan kitap bize ancak 2019 yılında çevrilmiş. Yeraltı edebiyatı okumayı severler için bu geç çeviriye büyük bir kayıp diyebiliriz. Aykırı sözleri ve karakterleri ile öne çıkan yazar yine bu tatta bir kitap kaleme almış. Birbirine içine geçmiş olaylardan oluşan kitap her bölümde yeni bir karakter ekleyerek ilerliyor. Tüm olayların merkezinde ise tek bir kişi var: Alex. Yazar olan Alex, ilhamını çevresindeki pek de tekin olmayan insanların başlarına gelenlerden alıyor. Fakat bu insanların etkisi sadece ilham değil ona bela açmak, bu konuda en başarılı olan da Vidar Skeie. Çalkantılı dönemlerden geçen Alex, aradıklarını bulmak için savunmasızlığını yitirip alkolün etkisinde kaldığı melankoli kenti San Sebastian’a geri dönüyor. Böylece roman eski insanlar, uyuşturucu baronları, katiller ve daha niceleriyle beklenmedik olaylar silsilesi etrafında şekilleniyor. 

Yazar, Alex karakteriyle günümüz insanının bunalımlarını, umutsuzluğunu ve hayata karşı umursamazlığını bir vücutta topluyor böylece okuyucuya içlerinden biriymiş hissini aşılıyor. Bu yönden yazarın kendi yaşamını da temel alarak yazdığını düşünmeme sebep oldu, kendisi gibi yarattığı karakter de söylemleriyle bir hayli aykırı. Bunun yanında yazar toplum eleştirisine de diyaloglar arası yer veriyor. Bunu yaparken de argo ve günlük dilden yararlanıyor oluşu romanı akıcı bir hale getiriyor. Yazar üzerine araştırma yaptıktan sonra okumak benim için daha keyifli ve romanı daha anlaşılır kıldı.

Sinem Aykın‘ın Önerileri; 

10. Git Kendini Çok Sevdirmeden – Tuna Kiremitçi

“Bazı mektupların yazılmasını geciktiren bir kısır döngü var. Önce gücü yetmediği, ne söyleyeceğini bilemediği için yazamıyor insan. Sonra bu tereddütler yüzünden mektubun yazılması gereken zaman geçiyor. Tren kaçıyor yani. Bu sefer de gecikmiş olmanın suçluluk duygusu engelliyor seni. Mektup asla yazılamıyor.” (s. 47)

Git Kendini Çok Sevdirmeden, şarkılarıyla tanıdığımız Tuna Kiremitçi‘nin ilk romanı. Yıllardır kitaplığımda duran ama varlığını neredeyse unuttuğum, kitaplığımı düzenlerken göz atıp “Ben bunu neden okumamışım?” diye sorgulayıp başladığım bir romandı. Kısa ve bir o kadar da akıcı, hayatın olağan akışından biraz olsun soyutlayan Git Kendini Çok Sevdirmeden, geçmişle günümüz arasındaki o köprüde bir aşk hikâyesi anlatıyor. Arda, çocuğunu feci bir kazada kaybettikten sonra gençliğinin geçtiği Eskişehir’e annesinin yanına gider. Burada hem ilk aşkı olan Ertuğrul ile yüzleşme fırsatı yakalar hem de gençlik anılarının tam ortasında bulur kendini. Abisi Fırat‘ın kaçamağı sayesinde tanışan Arda ve Ertuğrul’un aşkı İstanbul’dan Eskişehir’e dek uzanır. Git Kendini Çok Sevdirmeden, hem geçmiş hem de günümüze değinerek olayları anlatmasına rağmen karakterlerin ve Arda’yla Ertuğrul’un aşkının gelişimi yarım kalmışlık hissi verdi bana. Kitabın kısa ve akıcı olmasının yanında anlatılanların oldu bittiye getirilmesi, sonunun ise belirsiz olması beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Ama yine de bir çırpıda okunması, aşk ve anılar üzerine güzel tanımlamaların olması kitabın tüm olumsuz özelliklerini sildi attı.

11. Bir Aşk Masalı – Ahmet Ümit

“Özgürlük yoksa cesaret zulmün kapısını açar; özgürlük yoksa tutku büyük bir zindana dönüşür; özgürlük yoksa iyilik en korkunç kötülükleri uyandırır. Siz aşkı hükmedilecek bir ülke zannettiniz, sevgiliyi ise bir savaş ganimeti. Oysa aşkın bunlarla alakası yoktur. Sevmek için insanın hür olması gerekir, anlayın artık, özgürlük yoksa aşk da yoktur.” (s. 245)

Bir Aşk Masalı, Ahmet Ümit‘in polisiye romanlarının arasından sıyrılan bir eser. Yetişkinler için olan bu masal, beş prensin sevda uğruna yollara düşmesini anlatıyor. Dünya üzerinde var olan Buz Ülkesi, Rüzgar Ülkesi, Kum Ülkesi, Su Ülkesi ve Dağ Ülkesi isminde beş ülkeyi yöneten kralların sadece bir tane oğlu vardır. Tüm masallar gibi bunda da ülkelerin kralları, oğullarını iyi yetiştirmek ve geleceğe hazırlamak için çabalarlar. Bir gece bu beş prens rüyalarında bir sokak görür ve bu sokakta yürüyen o kızı… Bu rüyayı yorumlayan kahinler, geleceğin prensesini gördüklerini ve mutlaka onu bulmalarını gerektiğini söyler ve bunun üzerine bu beş prensin aşk için yolculukları başlar. Bu yolculuk aşkın yanında prenslere kararlı, azimli, tutkulu ve cesaretli olmaları gerektiğini öğretir. Çocuk masallarına ait motifleri çok rahat gördüğümüz Bir Aşk Masalı, aslında yetişkinlere çok güzel öğütler verip durup bir düşünmemizi sağlıyor. Sevgi, sadece dış güzellikle mi ilgilidir yoksa aslolan ona ne anlam kattığımız mı? Ahmet Ümit, biz büyüklere aşka dair sorgulama yaptırmasının yanında hayatımızda bazı değerler için nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini de çok güzel bir şekilde anlatıyor. Kitabı okurken kendi kendime sorguladığım pek çok şey oldu: aşk, bizi özgürleştirir mi yoksa hissettirdiği yoğun duygular bizi esir edip bir kafese mi kapatır? Bolca sorgulama yapacağınız bu masal, size aşkın bambaşka bir yüzünü gösterecek.

12. Ay Hırsızı – Sunay Akın

“Yıldızları tutukla geceden, at hapse ve yok et…
Sonra başını kaldır ve yukarıya bak…
Ne kaldı geriye?” (s. 90)

Sunay Akın, Ay Hırsızı kitabında gözünü bu sefer gökyüzüne dikiyor ve şairane üslubunu kullanarak uzay ve gökyüzü hakkında enfes bilgiler sunuyor okurlarına. Atatürk’ün uçak korkusuna neden olan kaza, Cervantes ve Mimar Sinan’ın aynı eserin yapımında bir araya gelmesi, Ay’a gönderilen ilk oyuncak gibi türlü türlü hikâyelerle uzayın bambaşka bir yönünü anlatıyor. Hikâye diyorum ama aslında yazıların hepsi ciddi bir araştırmayla tarihe dayalı yazılardan oluşuyor. Gökyüzüne bu denli önem vermesinin yanında oyuncakları da es geçmiyor yazar. Ay’a gönderilen ilk oyuncağı anlatmasının yanında televizyon programlarını da eleştirmeden geçmiyor: “Televizyonda sabah programlarını görünce Mars’ın da bizden giderek uzaklaştığını düşünüyorum,” şeklinde bir eleştiriyle lafı gediğine koyuyor. Oyuncaklara değinmişken müzelerin öneminden bahsetmeden geçmiyor ve tabii Oyuncak Müzesi‘ni kurmasına vesile olan Gürol Kutlu‘ya da bol bol yer veriyor cümlelerinde.

Sunay Akın, basit konularda yazsa bile kendine has üslubuyla okurunu kendine çekmeyi çok iyi başarıyor. Karşılıklı konuşuyormuşsunuz gibi bir hava veriyor hep. Bu da bence kitabı daha özel ve samimi kılıyor. Ay Hırsızı, bilgiye doyuran, aşina olduğumuz ünlü isimlerin pek de aşina olmadığımız anılarını okumamızı sağlayan bir kitap. Sunay Akın’ın enfes kalemi okurlarını gökyüzünde harika bir yolculuğa çıkarıyor.

İclal Yaka‘nın Önerileri;

13. Dul – Jean-Louis Fournier

“Işıl ışıl Sylvie öldüğünden, sönüp gittiğinden beri ev oldukça karanlık, yarı gölgede yaşıyorum. Ne kadar ampul değiştirsem, ne kadar güçlülerini koysam değişmiyor, sürekli karanlık.” (s.13)

Otopsim kitabıyla kalemine hayran olduğum Jean-Louis Fournier eşinin ölümünün arkasında dul kalan bir adam olarak kendini ve ölen eşini anlattığı kitabı Dul ile içimde bir burukluk bıraktı. Fournier’in kendine has kara mizahı Dul’da biraz kendini geri çekerek yerini bir kaybın ardında kalan yasa bırakıyor. Fournier, kitabın daha ilk cümlesinde eşi Sylvie’nin artık hayatında olmayışının etkisini “Sylvie ayaklarının ucuna basarak, usulca gitti. Hafifçe zıplayarak ve mutluluğun çekip giden sesiyle.” cümleleriyle aktarıyor. Aslında salt bu iki cümle, bize tüm kitabı anlatıyor. Sylvie’nin ölümü Fournier’in hayatından mutluluğu sessizce alıp gidiyor. Her ne kadar gerçek bu kadar net, çarpıcı ve kısa olsa da ölümün geride kalan için etkisi her an devam ediyor, bu acıya noktayı koymak maalesef mümkün olmuyor. İşte Fournier, uyandığı her yeni günde kırk yıllık hayat arkadaşının artık yanında olmayışıyla yüzleşiyor. Bu yüzleşme bazen eşinin telefonuna gelen mesajlarla, özenle ektiği çiçeklerle bazen de eşinin geride kalan eşyalarıyla karşılaştığında yaşanıyor. Fournier, eşinin kendisini yalnız bırakıp gitmesine içerlenip sitem ederken, bizler de Sylvie’nin onun hayatına nasıl zarifçe dokunup güzelleştirdiğine şahit oluyoruz.

Fournier’in bir vedanın ardındaki acıyı bu kadar gerçek ve içten hissettirmesi, okuyucuların da kalbine hüznün tohumlarını ekiyor. Kitabın kapağında yazarın özel koleksiyonundan eşiyle beraber olduğu bir görsel var, ki bu görselle ilgili bir anıyı da kitapta okuyoruz. O anı hayal etmeye çalışırken kapaktaki fotoğrafı fark etmek de beni etkileyen detaylar arasındaydı. Öyle ki kitabı kitaplığımda her gördüğümde okurken hissettiğim o hüznü tekrar anımsayacağıma eminim.

14. Mösyö İbrahim ve Kuran’ın Çiçekleri – Eric-Emmanuel Schmitt

“Sevgiyi imkânsız kılan ne vardı bende?” (s.29)

Özellikle de garip ve bir o kadar da dikkat çeken kitap isimleriyle içimde kitaplarını okuma isteği uyandıran Eric-Emmanuel Schmitt, Mösyö İbrahim ve Kuran’ın Çiçekleri kitabıyla da kısa süreliğine de olsa içine girebileceğimiz bir evrenin sıcak hikâyesini anlatıyor. On bir yaşındaki başkarakterimiz Moïse, onu terk eden annesini hâlâ atlatamamışken yanındaki tek kişi olan babasına tutunmaya çalışıyor. Aslında sevgi ve aile sıcaklığından yoksun olduğundan hayata tutunmaya çalışıyor, aradığını babasında bulamadığında ise sokaklara yöneliyor. Mavi Sokak’ın Arap’ı Mösyö İbrahim’in bakkalı, Moïse’in aradığı aile sıcaklığını bulduğu yer oluyor. Başta babasının gözüne girmek için bakkaldan çaldığı konservelerden dönüşen dostluk, zamanla da ikiliyi tıpkı bir baba oğula çeviriyor. Moïse, Mösyö İbrahim ile yollarının kesişmesiyle sadece aradığı babayı bulmuyor, hayatının çizgisini tamamen değiştirecek bir yola da adım atıyor. Mösyö İbrahim, kibirsiz bilgeliği, hayata bakış açısı ve yüzünden eksik olmayan gülümsemesiyle Moïse’ye yepyeni bir dünyanın kapılarını aralıyor. Mösyö İbrahim ve Möïse, etnik ve dinî ön yargılardan uzakta kendilerine yarattıkları evrende samimiyet ve sevgiyle sarmalanıyorlar.

Mösyö İbrahim ve Kuran’ın Çiçekleri, 2003 yılında aynı adla François Dupeyron yönetmenliğinde sinemaya uyarlanmış ve birçok ödüle aday gösterilmiş. Benim gibi Schmitt’in bu naif hikâyesine doyamayanlara film, avutmak için bizi bir kenarda bekliyor görünüyor.

15. Bizim Zamanımız – Sinem Sal

“Biri bana ilk kez, nasılsın diye sormuş gibiyim.” (s.205)

Sinem Sal, Bizim Zamanımız’da herkese tanıdık gelecek bir zamandan okuyucularına sesleniyor. Mihrap’ın gözünden okuduğumuz hikâye, 1999’ların sonunda tam olarak 2000’lere -heyecanla beklenen milenyuma- geçiş döneminde geçiyor. Ailesinin isteğiyle evlenip sonra aldatıldığı için boşanan Mihrap, annesiyle beraber hepimizin biraz aşina olduğu bir mahallede hayatını sıradan telaşlarla geçiriyor. Onun bize anlattıklarıyla yavaş yavaş tanıdığımız mahallenin diğer sakinleriyle birlikte aslında renkli bir hayatın içine giriyoruz. Mahallenin diğer kadınlarıyla beraber Mihrap ve annesi, kadın olmanın zorluklarla beraber geldiği bu dünyada ayakta kalmaya çalışıyorlar. Kısa bölümlerde farklı olaylara tanık olurken aslında hepimizin ortak hikâyelerini okuyoruz. Tüm karakterler içimizdeki bir noktayı temsil edecek potansiyelde olsa da zihnine ve kalbine sızmaya başardığımız Mihrap tabii ki ayrı bir yer ediniyor. Dışarıdan deli dolu görünen Mihrap, tüm yaşadıklarının kendisinde bıraktığı tahribatı yavaş yavaş açığa çıkarıyor; âdeta bize içini döküyor. İlk âşık olduğunda onunla beraber heyecanlanırken ilk aşk acısına giden yolda da sonunu bile bile onunla yürüyoruz.

Sal, sayfalar arasında akıp giden muzip diliyle bizi hikâyenin içine çekerken topluma dair eleştirilerini olayların içinden ustalıkla çekip çıkarıyor. Yeri geldiğinde de birçoğumuzun kaçtığı sorularla bizi aniden yüzleştiriyor.


Öne Çıkan Görsel Linki

spot_img

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Frankenstein Canavarının 90 yıllık Evrimi: Sinemada 8 Farklı Görünüm

1931'deki hantal Karloff'tan 2025'in duygusal Jacob Elordi'sine... Frankenstein canavarının sinema tarihinde Gotik edebiyat mirasını nasıl dönüştürdüğünü keşfedin.

Müzik Festivallerinin Peşinde Avrupa Turu

Avrupa'nın önde gelen müzik festivalleri ile yaz boyunca geziyoruz.

S.D.B.D.A. Veyahut Yan Yana Film İncelemesi: Birlikteliğin Birleştirici Gücü

Feyyaz Yiğit ve Haluk Bilginer’in başrolde olduğu Yan Yana, farklı dünyalardan gelen iki adamın mizah ve içtenlikle kurduğu dönüştürücü bağı etkileyici biçimde anlatıyor.

Boyarken Düşünmek: Sanatla Zihinsel Arınma

Modern çağın zihinsel gürültüsünü durdurmanın yollarından biri boyamaktır. Sanatla akışa girmek, kaygıyı azaltıp, derinlemesine odaklanma ile aracılığıyla zihinsel arınmayı mümkün kılar.

Dire Straits – Brothers In Arms: Bir Savaş Eleştirisi

Klavye ve gitarın ikonik ismi Dire Straits'in Brothers In Arms ile sunduğu savaş karşıtı bakış açısını inceledik!

Haunted Hotel Dizi Analizi: Ölüm ve Yaşam Arasında Alaycı Bir İşletme

Korku ile komedi türlerini harmanlayan Matt Roller, izleyicilere yepyeni bir fantastik evren sunuyor.

Frankenstein Filmine Referans Olan Tablolar

Frankenstein filmi yalnızca konusuyla değil, sanatsal yanıyla da bizlere çok şey anlatıyor.

TikTok’un Kütüphanesi: BookTok’ta Popüler Olan 10 Kitap

BookTok, kullanıcıların kısa videolarla paylaştığı bir dijital kitap topluluğu haline gelmiş ve bir kitabın popülerliğini hızla arttıran bir platform olmuştur.

Kayayı Delen İncir Aslında Ne Anlatıyor?

Kayayı Delen İncir, Turgut Uyar’ın 1982 yılında, ilk kez Karacan Yayınları tarafından yayımlanan ve aynı yıl Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanan şiir kitabıdır.

Julianus: Son Pagan Bizans İmparatoru

Roma'nın dinden dönen imparatoru Julianus’un Paganizmi canlandırma çabaları, askeri zaferleri ve tartışmalı politikalarıyla bıraktığı mirasın izini süren bir portre.