1947-1991 yılları arasındaki dönemi ifade eden Soğuk Savaş (Cold War), dünyanın iki süper gücü Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (Sovyetler Birliği) ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) çevresinde kümelenen devletlerin iki karşıt bloğu oluşturduğu iki kutuplu bir dönemi ifade etmektedir. ABD ve SSCB’nin doğrudan askeri çatışmaya girmemesi nedeniyle Soğuk Savaş olarak adlandırılan bu dönem, dünyanın farklı coğrafyalarında iki bloğun karşı karşıya geldiği pek çok gerilim ve çatışmaya sahne oldu.
İkinci Dünya Savaşı Sonrası İttifaktan Ayrışmaya
1939-1945 yılları arasında yaşanan İkinci Dünya Savaşı, Almanya liderliğindeki Mihver devletlerin mağlubiyetiyle sonuçlandı. Altı yıllık savaşta milyonlarca insan hayatını kaybederken Avrupa’nın pek çok şehri yerle bir oldu. Galipler safında yer almalarına rağmen İngiltere ve Fransa ekonomileri harap olmuş, büyük insani kayıplara uğramış biçimde epey güç kaybederek savaştan çıktı.

Savaşın Müttefik devletler tarafından kazanılmasında iki devlet, ABD ve Sovyetler Birliği büyük rol oynadı. Savaşın gidişatını belirleyen bu iki devletin savaş sonrası düzenin inşasında da başrol oynayacakları daha savaş sırasında belli olmuştu. Fakat ABD’nin de Sovyetler Birliği’nin de bu düzene dair farklı fikirleri vardı. Savaş sona yaklaşırken ortaya çıkan fikir ayrılıkları, savaş sonrası düzenlenen Potsdam Konferansı’nda iyice gün yüzüne çıktı. 17 Temmuz–2 Ağustos 1945’te gerçekleşen konferansa katılan Sovyet lideri Joseph Stalin ve ABD Başkanı Harry Truman savaş tamiratı, Almanya’da nasıl bir düzen kurulacağı gibi konularda anlaşmazlık yaşandı. Almanya meselesi ülkenin ülkenin ABD ve Sovyetler Birliği denetiminde iki bölgeye bölünmesiyle sonuçlansa da Soğuk Savaş dönemi boyunca iki taraf arasında krizlerin merkezinde yer aldı. Her iki taraf da savaş sonrası Avrupa’da diğerinin daha geniş bir etki alanına sahip olmasına müsaade etmek istemiyordu.

Savaşın ardından Avrupa da giderek iki ayrı blokta saf tutuyor görünüyordu. Alman işgalinden kurtulan devletlerde yeni yönetimler kuruldu. Avrupa’nın doğusunda Polonya, Romanya, Çekoslovakya, Macaristan ve Bulgaristan’da komünist partiler iktidara geldi. Batı Avrupa’da da komünist ve sosyalist siyasal hareketler yükselişe geçti. Avrupa siyasetinde güç kazanan bu yeni aktörler, yüzlerini Moskova’ya döndüler. Winston Churchill, 5 Mart 1946’da ABD’de yaptığı, tarihe “Demir Perde konuşması” (Iron Curtain speech) olarak geçen ünlü konuşmasında “Baltık’taki Stettin’den Adriyatik’teki Trieste’ye kadar kıtaya demir bir perde indi” (International Churchill Society, web) sözleriyle dönemin siyasal havasını özetliyordu.
Soğuk Savaş “Başlıyor”

Tarihi dönemlerin başlangıçları ya da bitişleri genellikle sembolik bazı olaylarla ifade edilir. 12 Mart 1947 tarihinde ABD Başkanı Harry Truman’ın Kongre’de yaptığı konuşmada “Amerikan dış politikasının kendilerini boyunduruk altına almak için silahlı azınlıklarca harcanan çabalara ve dış baskılara karşı koymaya çalışan özgür ulusları destekleme amacına yönelmesi gerektiği kanısındayım” (Sander, 2015) sözleriyle ABD’nin yeni dış politika çerçevesini ilan etti. “Truman Doktrini” olarak anılan bu yeni politikanın duyrulduğu konuşma Soğuk Savaş’ın başlangıcı olarak kabul edilir.
Truman konuşmanın devamında Türkiye ve Yunanistan’a Sovyet baskısına karşı 400 milyon dolarlık bir askeri yardım paketi verilmesini Kongre onayına sunmuş ve bu talep onaylanmıştır. Truman Doktrini’ni 12 Temmuz 1947’de Marshall Planı takip etmiş, bu planla Avrupa ekonomisinin yeniden toparlanmasını sağlamak için bölge ülkelerine ABD’nin yardım yapacağı açıklanmıştır. Bu teklif, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerini de içermesine rağmen bu devletler plana dahil olmayı reddettiler ya da Sovyet baskısıyla reddetmek durumunda kaldılar.
Hem Truman Doktrini hem de Marshall Planı aslında ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı “çevreleme politikası” (containment policy) olarak anılan yeni politikasının birer yansıması niteliğindeydi. Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’da kurulan komünist hükümetlerle kurduğu ittifakları yayılmacı isteğinin bir yansıması olarak gören ABD, bunu önlemek için Sovyetler Birliği’nin çevresindeki ülkelerde Batı dostu hükümetlerin desteklenmesi gerektiğine inanıyordu. Çevreleme politikası, Soğuk Savaş boyunca ABD’nin temel dış politika prensibi oldu.

ABD, Sovyetler Birliği’ne karşı harekete geçerken Sovyetler Birliği de önce 5 Ekim 1947’de Avrupa’daki komünist hareketi koordine etmek üzere Kominform’un kurulmasına öncülük etti. Bu platform, Sovyet modeli yönetim biçimini yaymayı ve ABD emperyalizmiyle mücadele etmeyi amaçları arasında sayıyordu. 1948’e gelindiğinde bölgede etkisini artırmak için Macaristan, Bulgaristan, Romanya, Polonya’da yerel komünist liderleri tasfiye ederek kendisine yakın yeni hükümetler kurulmasına ön ayak oldu.
Bu tasfiye hareketi Çekoslovakya’da yüz binlerce silahlı işçinin sokaklara döküldüğü bir hükümet darbesi ile gerçekleşti. Asya’da 1949’da Mao Zedong önderliğinde Çinli komünistlerin yönetimi ele geçirmesiyle Çin Halk Cumhuriyeti kuruldu ve komünist güçlere bir yenisi daha eklendi. Böylece Sovyetler Birliği’nin kontrolü elinde bulundurduğu Soğuk Savaş’ın sosyalist bloku ya da daha bilinen adıyla Doğu Bloku ortaya çıkmış oldu.
Doğu Avrupa’da gerçekleşen tasfiyeler ve özellikle Çekoslovakya’da yaşanan hükümet darbesi Avrupa’nın diğer devletlerinin ABD’ye yönelmelerine yol açtı. İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’un girişimleriyle Sovyetler Birliği’ne karşı ortak bir savunma örgütü oluşturulması fikri, ABD’nin de ikna edilmesiyle daha geniş bir ittifakın ortaya çıkmasına zemin hazırladı. 4 Nisan 1949’da ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Belçika, Kanada, Danimarka, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, İzlanda ve Portekiz arasında imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması’yla NATO kuruldu.
NATO’da taraflar Avrupa’da kendilerine yönelecek bir saldırının tüm üye devletlere yapılmış sayılacağı konusunda anlaştılar. 1952’de Türkiye ve Yunanistan, 1955’te de Federal Almanya NATO’ya katıldı. Batı’nın askeri örgütlenmesine karşılık Doğu Bloku da 14 Mayıs 1955’te kendi savunma örgütü Varşova Paktı’nı kurdu. Böylece 1991’e dek sürecek Soğuk Savaş dönemi blok ve örgütlenmeleri hemen hemen tüm hatlarıyla ortaya çıkmış oldu.
Soğuk Savaş’ın Sıcak Çatışmaları

Bir kavram olarak soğuk savaş, iki rakibin askeri olarak birbirleriyle çatışmadıkları fakat farklı cephelerde rakip aktörleri destekleyerek askeri ve ideolojik olarak birbirleriyle mücadele etmelerini ifade etmektedir. Gerçekten de Soğuk Savaş boyunca ABD ve Sovyetler Birliği kimi zaman kıyısından dönseler de birbirleriyle doğrudan silahlı bir çatışma içerisine girmediler. Fakat dönemin ideolojik rekabeti Uzakdoğu, Hindiçini, Ortadoğu gibi dünyanın çeşitli yerlerinde hem devlet içi hem de devletler arasında pek çok çatışmaya neden oldu, bu çatışmalarda ABD ve Sovyetler Birliği kendisine yakın aktörleri destekledi.
Bu çatışmalardan ilki 1950’de Sovyet kontrolündeki Kuzey Kore ile ABD kontrolündeki Güney Kore arasında Kore yarımadasında patlak verdi. Tarafların birbirlerine üstünlük sağlayamadığı savaş, üç yılın sonunda başladığı şekilde sona erdi. İkinci Dünya Savaşı sonrası bağımsızlığını kazanan Vietnam’da milliyetçi gruplar ile komünist gruplar arasında yaşanan savaş, 1954’te ülkenin Kuzey Vietnam ve Güney Vietnam olarak bölünmesiyle sona ermişti. Kuzey Vietnam Çin Halk Cumhuriyeti’nin etkisi altına girerken Güney Vietnam da ABD’nin etkisi altına girdi. Fakat bu kez iki bölge arasında Soğuk Savaş boyunca çatışmalar yaşandı. Böylece Vietnam da Soğuk Savaş’ın cephelerinden birisi haline geldi. Bu cephede Sovyetler Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti’ne destek verirken ABD de Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikasını 1954’te bir güvenlik örgütü olan Güneydoğu Asya Antlaşması Teşkilatı’nı (SEATO) kurarak bölgeyi kapsayacak şekilde genişletti.

İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren yerel çatışma ve anlaşmazlıklara sahne olan Ortadoğu da Soğuk Savaş’ın etkisi altına girdi. Bölgenin temel meselelerinden olan İsrail’in Filistin’i işgali, Soğuk Savaş boyunca üç ayrı savaşa neden olurken Soğuk Savaş dinamiklerini de etkiledi. İsrail’i her koşulda destekleyen ABD, bölgedeki Arap devletlerinin Batı’ya tepkileri nedeniyle Sovyetler Birliği’nin etki alanına girmemesi adına çeşitli girişimlerde bulundu. Bu amaçla 1955’te bölgedeki Sovyet yayılmacılığını önlemek üzere ABD’nin girişimleriyle İngiltere, Türkiye, İran, Irak ve Pakistan’ın üyesi olduğu Bağdat Paktı kuruldu.
Sovyetler Birliği, buna karşılık Suriye ile yakın ilişkiler geliştirirken bölgede Cemal Abdülnasır önderliğindeki Mısır da Batı emperyalizmine karşı Sovyetler Birliği ile iş birliğini geliştirme yolunu izledi. 1956’da Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıklamasıyla başlayan; İngiltere, Fransa ve İsrail’in başarısız bir ortak harekât düzenlemesiyle ortaya çıkan Süveyş Krizi, Batı’nın prestijinin sarsılmasıyla sonuçlandı ve bölgede hem Nasır’ın hem de Sovyetler Birliği’nin etkisinin artmasını sağladı. Fakat bölgedeki dengeler Soğuk Savaş boyunca pek çok kez değişti.
Berlin Duvarı Yükseliyor

1950’lerde Soğuk Savaş farklı cephelerde sıcak çatışmalara dönüşürken Avrupa’da durum belirli bir istikrara kavuşmuştu. Sovyet lideri Joseph Stalin’in 5 Mart 1953’te hayatını kaybetmesinin ardından Doğu Avrupa ülkelerinde bazı ayaklanmalar yaşansa da bunlar Sovyetler Birliği tarafından bastırıldı. Sovyetler Birliği’nin yeni lideri Nikita Kruşçev’in kapitalizmle savaşın kaçınılmaz olmadığını ve barışçı yollarla Batı’yla mücadele edilebileceği prensibine dayanan “barış içinde bir arada yaşama” politikasını benimsemesi, yumuşamaya dair bir umut ışığı olarak yorumlandı. Fakat bu olumlu hava, önce 4 Ekim 1957’de Sovyetler Birliği’nin yapay uydu Sputnik’i uzaya fırlatmasıyla daha sonra 1958’de yaşanan Berlin Bunalımı’yla dağıldı. Dahası ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki gerilim 1958-1962 yılları arasında hiç olmadığı kadar tırmandı.
Sputnik’in uzaya fırlatılmasının Soğuk Savaş açısından önemi, o ana dek yalnızca ABD’nin Sovyetler Birliği’ni nükleer bir silahla vurabilecek kapasiteye sahip olmasında yatıyordu. Sputnik’le birlikte artık Sovyetler Birliği de ABD topraklarını hedef alabilecek teknolojiye sahip olmuş oldu. Bu gelişmenin de etkisiyle Kruşçev önce Almanya konusunda tutumunu sertleştirdi. Ortak bir komisyonun denetimdeki Berlin’in yönetimi konusunda yaşanan bunalım sırasında karşılıklı görüşmeler yapılırken “U-2 krizi” yaşandı. ABD Hava Kuvvetleri’ne ait bir casus izleme uçağı olan U-2 uçağı, 1 Mayıs 1960’ta Sovyetler Birliği tarafından düşürüldü. ABD başta uçağın bir casus uçağı olduğunu reddetti. Ancak Sovyetler Birliği’nin sağ ele geçirdiği pilot, 1956’dan beri Türkiye’deki İncirlik askeri üssünde görev yaptığını ve her yıl bir dizi göreve çıktığını itiraf etti. Bunun üzerine ABD durumu kabul ederek U-2 uçaklarının yasaklandığını açıkladı. Ancak bu açıklama ilişkilerin yumuşaması için yeterli olmadı.

Yaşanan kriz Almanya sorununa da yansıdı. 13 Ağustos 1961’de Sovyetler Birliği denetimindeki Demokratik Almanya, Doğu Berlin ile Batı Berlin’i birbirinden ayıran bir duvar ördü. Böylece Soğuk Savaş Avrupa’da yeniden canlanırken çeşitli yollarla duvarı aşmaya çalışan yüzlerce kişinin dibinde öldürüldüğü Berlin Duvarı, Soğuk Savaş’ın sembollerinden biri haline geldi.
Nükleer Savaşın Kıyısında: Küba Füzeleri Krizi
Avrupa’da artan gerilimi 1962’de bir Karayip ülkesi olan Küba’da yaşanan kriz izledi. Kriz, 1959’da iktidara gelen sosyalist Fidel Castro rejimini ABD’nin devirme girişimlerine dayanmaktadır. ABD önce Kübalı mültecileri eğiterek gizli servisi CIA’in desteğiyle Nisan 1961’de adaya “Domuzlar Körfezi Çıkarması” adı verilen başarısız bir harekât gerçekleştirdi. Castro yönetimi, her fırsatta bir darbe girişiminde bulunan ABD’ye karşı 1962 yılında Sovyetler Birliği’nden silah istedi. U-2 Krizi sonrası Küba ile ilişkilerini güçlendiren Sovyetler Birliği, bu isteğe olumlu yanıt verdi ve Küba’ya Sovyet füzelerinin kurulmasına başlandı.

16 Ekim 1962’de Amerikan istihbaratı, dönemin ABD Başkanı John F. Kennedy’ye Küba’ya kurulmakta olan Sovyet füzelerinin fotoğraflarını gösterdi. Fotoğrafları inceleyen uzmanlar füzelerin yeni kurulmaya başlandığını ve ateşlenebilmeleri için başka malzemelerin gelmesi gerektiğini belirtti. Bunun üzerine ABD yönetimi, Küba’nın denizden abluka altına alınmasına karar verdi. Böylece füzelerin hazır hale gelmesi için gereken parçaların adaya ulaşması engellenecekti.
Abluka 22 Ekim 1962’de başladı. Bu sırada Sovyet gemileri Atlas Okyanusu’nda Küba’ya doğru yaklaşıyordu. ABD, gemilerin ablukaya uymaması halinde batırılacağını duyururken Kruşçev, bu gemilere durma emri vermeyeceğini açıkladı. Tüm dünya Sovyet gemilerinin Küba’ya yaklaşmasını izliyor, kriz her geçen gün derinleşiyordu. İlk kez ABD ve Sovyetler Birliği doğrudan birbirlerini tehdit ediyor, olası bir çatışmanın sonuçlarının ne olacağı tartışılıyordu. Dünya nükleer bir savaşın kıyısında olabilir miydi?
Endişeler giderek artarken 27 Ekim’de Kruşçev, Başkan Kennedy’ye bir mektup gönderdi. Mektubunda ABD’nin 1960’ta Türkiye’ye yerleştirdiği Jüpiter füzelerini sökmesi karşılığında Sovyetler Birliği’nin Küba’daki füzeleri sökeceğini, Türkiye’yi işgal etmeyeceğini garanti edeceğini buna karşılık ABD’nin de aynı güvenceyi Küba için vermesi gerektiğini belirtti. Kennedy aynı tarihli mektubunda Küba’daki füzelerin kaldırılması durumunda ablukanın kaldırılacağını ve Küba’nın işgal edilmeyeceğini garanti etti ancak Türkiye’de füzeler konusunda kesin bir yanıt vermeyerek gerginliklerin azalması durumunda geniş bir düzenlemeye gidilebileceği yanıtını verdi. 28 Ekim’de Kruşçev, Küba’daki Sovyet füzelerinin söküleceğini belirten mektubunu Kennedy’ye gönderdi ve kriz sona erdi.

Soğuk Savaş’ın zirvesini oluşturan Küba Füzeleri Krizi’nin çözülmesiyle iki blok arasında gerginliğin azaldığı “yumuşama dönemi” (détente) başladı. Yumuşamanın ilk emareleri Kruşçev’in Berlin konusundaki tutumunu esnetmesi ve ABD’nin Türkiye’de Jüpiter füzelerini sökmeye başlamasıyla görüldü. Her iki bloğun üyeleri de bu ortamda iki süper güçten görece bağımsız hareket etmeye başladılar. Böylece her iki bloktan da çatlak sesler yükselmeye başladı.
Yumuşama Dönemi

ABD ve Sovyetler Birliği arasında ilişkilerin daha yumuşak seyretmesine neden olan olayların aslında Soğuk Savaş’ın tırmanmasına yol açan olaylar olması ilgi çekicidir. Zira Sovyetler Birliği’nin Sputnik’le birlikte ABD’yi hedef alabilir hale gelmesi ve her iki devletin de ikinci vuruş kapasitesine, yani karşı taraftan yönelen bir nükleer saldırıya karşılık verme yeteneğine kavuşmasıyla iki taraf arasında stratejik bir denge oluşmuş oldu.
Sovyetler Birliği, askeri kapasitenin eşitlenmesinin verdiği özgüvenle Batı Bloku’na karşı tutumunu sertleştirse de Küba Füzeleri Krizi, olası bir kriz durumunun dünyayı nükleer bir savaşın eşiğine getireceğinin anlaşılmasını sağladı. Nükleer silah kapasitesinin yarattığı ve “dehşet dengesi” olarak anılan bu denge, yumuşama döneminin yapı taşlarından birini oluşturdu. ABD de Sovyetler Birliği de yalnızca birbirleriyle olan anlaşmazlıkların değil, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde çıkacak yerel bir çatışmanın tırmanarak nükleer bir savaşa varması ihtimalinden endişe duymaya başladılar. Bu nedenle karşılıklı olarak izledikleri savaş eşiği politikasını terk ettiler.
Yumuşama sürecinde Doğu-Batı ilişkilerinde pek çok iki taraflı ve çok taraflı anlaşma ortaya çıktı. Dönemin simgesi olarak görülen ve sürecin adeta kurallarını belirleyen anlaşma 1975 yılında imzalanan Helsinki Nihai Senedi oldu. Uzun bir süre boyunca oluşturulmaya çalışılan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nı toplamak üzere Finlandiya her iki bloktan Avrupa ülkeleri ile ABD’ye bir çağrıda bulundu. Çağrının olumlu yanıtlanmasıyla ABD ve Kanada’nın da dahil olduğu 35 Avrupa devleti temsilcisi 22 Kasım 1972’de konferansın hazırlık çalışmalarına başlamak üzere Helsinki’de bir araya geldi. Beş aşamada tamamlanan ve epey uzun süren toplantılar 1 Ağustos 1975’e dek sürdü. 1 Ağustos’taki son toplantıda Helsinki Nihai Senedi imzalandı.
Avrupa güvenliğine ilişkin sorunların ve ekonomi, bilim, teknoloji gibi alanlarda işbirliğinin düzenlendiği üç ayrı sepetten oluşan belge ile taraflar birbirlerinin egemen eşitliklerine saygı duyacaklarını, tehdide ya da güç kullanmaya başvurmayacaklarını, anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözüleceğini taahhüt ettiler. Bu çerçeve senetle birlikte çeşitli konularda hem iki taraflı hem de çok taraflı anlaşmalar imzalandı. ABD ve Sovyetler Birliği silahsızlanma, nükleer silahların sınırlandırılması gibi konularda belirli adımlar attı. Bu ortamda Doğu Bloku ülkeleri, Moskova’dan daha bağımsız hareket etme imkânı kazandılar ve bu ülkelerin çoğunda Batı tipi ekonomi ve demokrasi hareketleri hız kazandı.

Bu dönem boyunca anlaşmazlık ve çatışmalar tam anlamıyla sona ermedi. Arap devletleri ile İsrail arasında 1967 ve 1973’te iki savaş yaşandı, Çin ile Hindistan arasında sınır anlaşmazlıkları çatışmalara neden oldu, İran’da 1979’da gerçekleşen İslam devriminin ardından 1980’de Irak-İran Savaşı patlak verdi. Ayrıca 1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi yumuşama dönemine darbe vurur gibi oldu. İlişkiler kısa süreli zedenlense de yumuşama döneminin havası, 1985’te Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) Genel Sekreteri seçilerek ülkenin yeni lideri olan Mihail Gorbaçov’un uzlaşmacı tutumu sayesinde sürdü. Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’nde giriştiği reform hareketi ve benimsediği yeni politikalar, Soğuk Savaş’ın sonunu getirecek sürecin ateşleticisi oldu.
Sovyetler Birliği’nin Dağılması ve Soğuk Savaş’ın Sonu

Sovyetler Birliği’nde köklü değişiklikler başlatmak isteyen Gorbaçov, glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) adı verilen iki yeni politika benimsedi. Sovyet yönetiminin aksaklıklarını birinci ağızdan eleştiren Gorbaçov, 25 Şubat-6 Mart 1986 tarihleri arasında yapılan 27. SBKP Kongresi’nde parti içinde açık eleştirinin getirilmesi, kapitalizmden sosyalizme geçişte proletarya diktatörlüğünün önkoşul olmadığı gibi kararların onaylanmasını sağladı. Ayrıca son yıllarda giderek bozulan ülke ekonomisinin yeniden yapılandırılması gerektiğini savunarak savunma harcamalarının azaltılması politikasını benimsedi. Ardından ülkenin ekonomi politikasını giderek piyasa ekonomisi çerçevesinde düzenlemeye başladı. Yönetim aygıtını da düzenlemeye girişen Sovyet lideri 1988’de SBKP’nin yönetim tekeline son verdi ve Batı tipi bir parlamenter işleyiş kazandırmak üzere bir Halk Temsilcileri Meclisi kurdu.
Onlarca yıl katı bir komünist ideoloji ve iktidar tekeli ile yönetilen Sovyetler Birliği’nde böylesine büyük reform uygulamalarının birdenbire hayata geçirilmesi hem ülke içinde hem de Doğu Bloku’nda önemli sonuçlar doğurdu. İçeride Sovyet cumhuriyetlerindeki azınlık milliyetler arasında merkezi yönetime karşı direniş hareketleri başladı. Özellikle Baltık ve Kafkas cumhuriyetlerinde bu hareketler bağımsızlıkçı bir niteliğe büründü. Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’daki çatışmalar askeri güç kullanılarak bastırılırken Baltık ülkelerinde alınan bağımsızlık kararlarına karşı ekonomik ve siyasal zorlama yöntemlerine başvuruldu.
Doğu Avrupa’da yumuşama ile başlayan demokratikleşme dalgası da Gorbaçov’un politikaları doğrultusunda ivme kazandı. Bunda özellikle bölgedeki komünist yönetimlere Sovyetler Birliği desteğinin kesilmesi çok etkili oldu. Sovyet liderin uluslararası toplantılara katılımı ve buradaki ılımlı tutumu, 12 Haziran 1989’da Federal Almanya’yı ziyaret etmesinin ardından Avrupa Konseyi Toplantısı’na katılması Avrupa’yı ortadan ikiye ayıran demir perdeyi iyiden iyiye alçalttı. Bu tutum Soğuk Savaş’ın ikiye böldüğü Almanya’ya da yansıdı. Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nda yapılan protestoları 9 Kasım’da duvarın yıkılması izledi. İngiltere, ABD, Fransa ve Sovyetler Birliği arasında yapılan görüşmeler sonucunda 2 Ekim 1990’da İkinci Dünya Savaşı’ndan beri bölünmüş olan Almanya yeniden birleşti.

Gorbaçov, Soğuk Savaş’ın sonunu getirirken reformları, ülkesi Sovyetler Birliği’ni ayakta tutmaya yeterli olmadı. 1990’da bir yanda ciddi ekonomik sorunlar diğer yanda Sovyet cumhuriyetlerindeki ayrılıkçı hareketler, ülkedeki Gorbaçov karşıtı aktörlerin etkinliğini artırmasına neden oldu. Sovyet cumhuriyetlerindeki hareketlere karşı merkezin bu cumhuriyetler üzerindeki denetimini gevşeten bir antlaşma hazırlığında olduğunun öğrenilmesi üzerine muhalif aktörler bir darbe girişiminde bulundular. 21 Ağustos’taki darbe girişimi başarısızlığa uğratılsa da 24 Ağustos’ta Gorbaçov, Komünist Parti Genel Sekreterliği’nden istifa etti ve parti merkez komitesinin de dağılmasını istedi. Bu olayın ardından Sovyet cumhuriyetleri ardı ardına bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. 8 Aralık 1991’de Brest’te bir araya gelen Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya temsilcileri Sovyetler Birliği’nin dağıldığını açıkladılar. Böylece 1917’den bu yana varlığını sürdüren dünyanın ilk sosyalist yönetimi dağılırken İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana süren Soğuk Savaş da sona ermiş oldu.
Kaynakça:
Mcmahon, Robert J. Soğuk Savaş. Ankara: Dost Kitabevi, 2013.
Sander, Oral. Siyasi Tarih: 1918-1994. Ankara: İmge Kitabevi, 2015.
Ovalı, Şevket. “Soğuk Savaş” Secopedia. Web. Erişim: 04.07.2025.