Fransa son dönem edebiyatının güçlü yazarlarından biri olarak kabul edilen Édouard Louis, “Babamı Kim Öldürdü” isimli kitabında ataerkil toplumu, işçi sınıfı, topluma egemen olanların yoksul kesime uyguladığı baskıyı baba-oğul ilişkisi çerçevesinde başarılı bir şekilde ele aldı.

1992 doğumlu, sosyal bilimler eğitimi almış olan Édouard Louis yazarlık kariyeri için oldukça erken denebilecek bir yaşta uluslararası başarıya ulaşmış. İlk kitapları olan “Eddy’nin Sonu” ve “Şiddetin Tarihi” entelektüel çevrelerden sert eleştiriler alsa da kitapları 20’den fazla dile çevrildi. Kitapları otobiyografik özellik taşırken; homofobikliği, ırkçılığı, siyasetin halk üzerindeki yıkıcı etkilerini işliyor.
Medyada genç yaşındaki bu başarılarından ötürü kendisine edebiyatın Xavier Dolan’ı denmiştir. Xavier Dolan’ın da yalnızca 19 yaşındayken çektiği filmiyle Cannes Film Festivali’nde elde ettiği başarı düşünülürse yerinde bir benzetme olacaktır. Louis de “Babamı Kim Öldürdü” kitabını Dolan’a adamıştır.

Bu kısa romanda yazar, çocukluğunun geçtiği Fransız taşrasına yıllar sonra babasını görmek için geri döner. Louis’in babası şiddet ve zorbalığın içinde büyümüş, tüm yaşamını da yoksullukla mücadele ederek geçirmiştir. Çevresindeki diğer erkekler gibi okulu küçük yaşta bırakır. Fabrikaya girer ve bir iş makinesinin üzerine düşüp yürümesine engel olacağı güne dek çalışır. Çocuklarına da bu ataerkil toplumun gerektirdiği gibi davranır. Sessiz, acımasız ve sert görünmeye çabalar. Çocuğunun -yazarımızın- “kız gibi” davranmasından hoşlanmaz ve kasaba halkının dedikodu yapmasından korkar.
Babaya göre erkek olmak demek; feminen her türlü şeyden kaçınmak demektir. Film izlerken ağlanmamalıdır ya da dans edilmemelidir. Bunların hepsi yanlıştır ve toplumda hoş karşılanmaz. Bunlara karşın yazarımız annesinden bu “kadınsı” davranışları babasının da gençliğinde yaptığını öğrenir. Ancak babası her defasında bunları reddeder ve toplumun o erkek egemen güvenli kıyılarında dolaşır durur.
Doğum günü hediyesi olarak ne istediğini sorduğunda oğlundan aldığı yanıt Titanic filminin DVD’si olunca bunun bir kız filmi olduğunu ve istememesi gerektiğini söyler. Ona göre erkek çocuğu bir süper kahraman kıyafeti istemelidir ya da uzaktan kumandalı bir araba. Oğlunu başta bu sözlerle incitse de doğum gününde yazarımız, büyük bir Titanic setini karşısında bulur. Bu örnekten babanın yaşadığı çevrenin genel geçer kurallarına bilinçsiz bir şekilde nasıl takılı kaldığı anlıyoruz. Doğduğu, büyüdüğü, tüm yaşamını geçirdiği çevrede karakteri şekillense de toplum o kadar çok tabu koymuştur ki bir süre sonra gerçek dünyanın dışında kalmıştır, dışlanmıştır. Ruhunu ve benliğini sahiplenmekten, dikte edilen algının dışına çıkmaktan korkmuştur.
Fabrikada ciddi şekilde yaralanınca yardım parası alır ancak Fransa Hükümeti’nin politikalarından dolayı bu da çeşitli bahanelerle kesilmeye çalışılır. Édouard Louis, kitabın son bölümünde babasının geri döndürülemeyecek tahribatının sorumlularını da açıklar. Topluma egemen kesimin izlediği siyasetin üst kesimi hiç etkilemediğini ancak yoksulların hayatını mahvetmekten başka bir şey olmadığının altını çizer. Siyaset egemenler için estetik bir anlam taşırken yazar ve yazarın ailesi gibi olanlar için bir ölüm kalım meselesidir.
Bu kitapta, işçi-emekçi sınıfın, dünyanın neresinde olursa olsun ezilmeye çalışıldığını, sömürüldüğünü ve siyasetin bu gücü beslemekteki büyük güçlerden biri olduğunu görüyoruz. Bu sınıftaki insanların hayatını fabrikanın bir köşesinde evine para götürebilmek için harcarken geleceklerini de uçuruma sürüklediklerine acı bir şekilde tanık oluyoruz.
Kitabın sonunda babanın davranışlarının büyük ölçüde değiştiğini, seneler önce utandığı oğlunu kabullendiğini ve kitaplarını alıp çevresindeki insanlara verdiğini öğreniyoruz. Ancak Louis’in de aktardığı gibi babasının artık değişimlerini keşfedemeyeceğini, sağlığının buna izin verecek durumda olmadığının da farkındayız.